FUTBOLSUZ BİR SİNEMA OLUR MU?


Seyrettiğim ilk futbol filmi, çocuk yaşlarımda, Metin Oktay’ın yaşamını anlatan   " Taçsız Kral " (1961) oldu. Efsane golcünün bizzat kendisini oynadığı filmde topu ' doksana takma ' antremanları hala gözlerimin önünden geçen sahnelerdir. İkincisi ise yıllar sonra seyrettiğim " Özgürlüğe Kaçış-The Great Escape " oldu.

Tam anlamıyla bir futbol şöleniydi. Futbol tutkunları için maçların televizyonlarda yaygın olarak gösterilmediği yıllarda Pele, Bobby Moore, Ardiles gibi efsane oyuncuların rol aldığı filmi seyretmek büyük olaydı.İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kampında tutsak tutulan bir grup futbolcunun Alman Subaylarını 4-0 geriden gelerek 5-4 yenmesini anlatıyordu. Esas planları devre arasında yüzme havuzunun dibine açılmış bir tünelden sıvışarak özgürlüğe kavuşmaktır. Fakat kazanma hırsı onların kaçışı değil, oynamayı tercih etmelerine neden olur. John Huston gibi bir ustanın çektiği film tüm zamanların en beğenilen ve bilinen futbol filmi oldu. Pele’nin kırık kolla attığı röveşata golü nasıl hafızalara kazınmaz?

Huston’ın Zoltan Fabri’nin en iyi filmi olarak gösterilen ‘Cehennemde İki Devre’ (1961) filminden bir hayli esinlendiğini de göz ardı etmemek gerekir. Arşivlere göz atıldığında futbol üzerine film sayısının hatırladıklarımızdan çok daha fazla olduğu görülür. Yine de büyük stüdyoların ve yapımcıların bu konuda motivasyon eksikliği çok belirgin. Hollywood’un Amerika’da çok popüler olmayan soccer (futbol) ile son yıllara dek çok ilgilenmediği bir gerçek. Diğer taraftan her hafta yirmi kamera ile canlı yayınlanan bir doksan dakikayı heyecan içinde yaşayan, her futbolcunun türlü duygusal tepkisini yakın plan anında izleyen seyirciye sinemanın sunacağı fazla bir şey kalmıyor. Aynı renklere gönül vermiş arkadaşlarıyla heyecanı, sevinci ve üzüntüyü her hafta paylaşan bir taraftar için kurgusal futbol filmi belgesel kadar soğuk kalır. Beyazperde de gördüklerinin onun adrenalinini yükseltmeye gücü yetmez.
Mahalle yaşantısını ve futbolu harmanlayan bizden yapımlar da oldukça fazladır. Futbolu fena halde hayata benzeten ‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’(2000) Bursa Esnafspor’un şampiyonluk mücadelesi çevresinde, sığ ve küçük yaşamları mükemmel yansıtır. Dram ve gülmecenin aynı çerçevede yer aldığı başarılı bir Serdar Akar filmi olarak hatırlanır. Kemal Sunal ‘ın Gol Kralı Şaban’ı veya ‘Gülşah-Küçük Anne’ gibi filmlerde futbol hep vardır. Metin Oktay’ın kendi yaşamını canlandırdığı Taçsız Kral’dan sonra 1962 de futbol ve futbolcu Suphi Kaner ‘in baş rolde oynadığı ‘Gol Kralı Cafer’ güldürüsünde beyazperdeye yansır. İki kişilikli bir karakter olan Cafer hem kahveci çırağı hem de ünlü kaleci Melih’tir. ‘L’Inafferabile-12’ adlı İtalyan komedisinin yerli uyarlaması olan filmi Hulki Saner yönetir ve Yeşilçam’ın Vahi Öz, İsmail Dümbüllü gibi ustaları rol alır. Yaşamı olaylar ile dolu olan kaleci Varol Ürkmez oyunculuğa geçtikten sonra artistik uçuşlarını filmlerinde de göstermeye başlar. ‘Şekerli misin Vay Vay’ filmi için Fenerbahçe-Altay maçında çekim yapılırken Varol Lefter’in sıkı bir şutunu havada lastik gibi kıvrılarak kurtarır. Lefter tüm ciddiyetiyle hakeme gider ve ‘Bre hakem bey, burada maç mı oynuyoruz yoksa film mi çekiyoruz? Şu Varol denen adama baksana kaleci değil aktör be’der. Ünlü futbolcuların Yeşilçam serüvenleri Nejat Saydam’ın yönettiği ‘Şenol Birol Gool’ ile devam eder. Kemal Sunal’ın unutulmaz filmleri arasında yer alan ‘Gol Kralı-İnek Şaban’ kendine özgü tiplemeleriyle futbolu tüm karakterleriyle karikatürize eder.




Kulüp tutkusunu taraftarların yaşam şekliyle anlatan filmler genelde İngiltere kökenli sinemacıların imzasını taşıyor. ‘Green Street Holligans’ (2005)West Ham taraftarları üzerinden holiganizmin tehlikeli dünyasını, genç yaşamların nasıl kaydığını anlatırken genç yönetmen Lexi Alexandre bu huzursuz insanların atmosferini mükemmel yansıtır. Son yıllarda iyi bir çıkış yakalamış olan genç yönetmenlerden Nick Love’un yönettiği Football Factory (2004) holiganizme sığınmış sosyal sorunlu insanların hikayelerini anlatır. Nıck Hornby’nin aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlanan ‘Fever Pitch-Futbol Ateşi’ tutkulu bir taraftar olmayı neşeli bir dille anlatıyordu. Futbol tutkusuyla işsizliğin sorunlarını unutmaya çalışan bir avuç insanın öyküsünü anlatan ‘Adım Joe- My Name is Joe’ ise Ken Loach etiketi taşıyan Pete Mullan’ın mükemmel oyunculuğuyla ruhunu yakalayan, anılması gereken bir film. Purely Beter-Daha İyisi Can Sağlığı (2000) 15 ve 17 yaşında iki New Castle taraftarının sezonluk bilet satın alabilmek için para biriktirme mücadelesini anlatan bir film. Ünlü golcü Alan Shearer’nda kısa bir rolünün olduğu film, taraftarlığı mizahi bir dille ele alıyordu.

Futbol konusuna Uzak Doğu sinemasının da kayıtsız kalması düşünülemez. Japon yönetmen ‘Shaolin Futbolu’ eski bir futbolcunun Kung-Fu öğrencilerinden futbol takımı kurmasını anlatır. Takım fantastik uçuşlar eşliğinde attığı goller ve çalımlar ile profesyonelleri yenilgiye uğratır. Japon imzalı manga filmler küçük yaştaki seyircileri televizyon karşısında etkileyen kahramanlar yarattı. Küçük Golcü ve Strikers gibi diziler futbolu çocuklara sevdirmeyi amaçlıyordu.

Wim Wenders imzalı Peter Handke öyküsünden sinemaya uyarlanmış olan ’Kalecinin Penaltı Endişesi- Die Angst des Tormanns beim Elfer’, Richard Harris’in son dönemine gelmiş bir futbolcuyu canlandırdığı ‘Futbolcunun Sonu-Bloomfield’ futbolu karakterlerinin yaşamında bir parça olarak işleyen filmler oldu.
Futbolsuz bir yaşamın düşünülemeyeceği bir dünya düzeninde futbolsuz bir sinema da düşünülemez.

HOLLYWOOD EMPERYALİZMİ

Hollywood, Hollywood…

Los Angeles kentinin kuzeybatısında yer alan bu küçük kasabanın günün birinde dünyanın en önemli endüstrilerinden birisinin merkezi olabileceğini kimse tahmin edemezdi. Yirminci yüzyılın başında Fransa’da ilk filmler çevrilirken Hollywood sakin kasaba yaşamını sürdürüyordu.
Amerikan sinemasının ilk filmleri New York’ta çekilir. Edison 1891'de kamera olarak kullandığı kinetografı bulmuştu, daha sonra da gösterici olarak kinetoskopu bulmuştu. Kinetoskopun filmleri perdeye yansıtabilme özelliği yoktu. Filmi perdeye yansıtmayı ilk kez Lumiere Kardeşler sinematograf ile yansıtmayı başarır. Sinemayı toplumsal bir olaya dönüştürmeyi başaran Lumiere’ler sinemanın mucidi olarak anılır.

Sinemada kullanılan tüm aletlerin patent hakları Thomas Edison’a aitti. New York ve çevresinde çekicilerin ve oynatıcıların izinsiz kullanımlarında onun için çalışan avukatlar ordusundan tazminat ödemeden kurtulmak mümkün değildi. Kaliforniya’da Edison ve şürekasının etkinliği azdı, en kötü ihtimalle sınırı geçerek Meksika’ya kaçmak da kötü bir alternatif sayılmazdı. Bilim insanı olmanın yanında iyi bir ticari zekaya sahip Edison, tekelci anlayışı ile gelecekte kısaca Hollywood olarak anılacak bir sinema endüstrisinin kuruluşuna neden oluyordu. Girişken bir iş adamı olan Cecile B. de Mille film stüdyosu kurabilecek iyi bir yer arıyordu. Ortağı Jesse L. Lasky ile Chicago ve New York’ta açtıkları iki stüdyodan istedikleri randımanı alamamışlardı. Kalabalık merkezlerin uzağında stüdyo açmak için yola çıkarlar. New York’tan yola çıkarak tüm Amerika’yı baştan sona dolaşırlar. Düşündükleri özellikte bir yeri bulamazlar. En son geldikleri Los Angeles’ta geriye dönüş için iki gün tren beklemek zorunda kalırlar. Beklerken çevrede sessiz, kendi halinde bir kasaba olan Hollywood’u keşfederler. Ve burada bir stüdyo kurulabileceğini düşünürler. Ortağı ile ceplerindeki on bin doları bir ahıra yatırırlar ve ilk Hollywood stüdyosu kurulmuş olur.

Lumiere sinema için ‘bu geleceği olan bir iş değil, çok panayır işi, sürse sürse altı ay, bilemedin bir yıl sürer’ der. Haklıydı, Grand Cafe'deki ilk gösteriden 18 ay sonra Lumiere ve arkadaşlarının filmleri artık ilgi görmez olmuş, açılmış olan birkaç sinema da kapanmıştı. Sinema artık seyyar satıcıların köylerde gösterdikleri sihirli fenere dönüşmüştü. 1897 yılında yayımlanan bir ilan sinemanın kaderini değiştirir: ‘Melies ve Reulos ile sanat sahneleri, akılları durduracak buluşlar, tiyatro sahneleri ile yeni bir sinema anlayışı, sokak ve günlük hayat değil sanat göreceksiniz’. George Melies 35 yaşlarında bir sihirbazın kurduğu tiyatroyu yönetmekteydi. 1897 yılında Paris dışında stüdyo kurarak filmler yapmaya başlar. Tiyatro deneyimini sinemaya aktarmaya başlar. Senaryo, oyuncular, kostüm, tiyatro gibi bölümler sinemanın değişmeyecek unsurları olarak ilk Melies tarafından uygulanır. Ona göre sinema, tiyatro sahnesi ile fotoğraf stüdyosunun birleşimiydi. Stüdyoda sahnenin bütününü çekecek şekilde kamerayı stüdyonun sonuna koyuyordu. Montaj anlayışı ise Lumiere’den tamamen farklı idi o tesadüfen keşfettiği film hilelerini kullanıyordu. Çektiği bir filmde Madeleine-Bastille seferi yapan bir otobüs aniden cenaze arabasına dönüşür. Gerçekte bu hile tesadüfen ortaya çıkar, pelikül tutukluk yapınca makine durmuş fakat çekimi yapılan araçlar durmamıştı, makine tekrar çalıştığında otobüsün yerini bir cenaze arabası almıştı. Bu rastlantı film hilelerinin başlangıcı olur. Melies daha sonra bu tekniği ‘Yok edilen Kadın’ filminde bilinçli olarak kullanır. Melies hayal ürünü sinemanın öncüsüdür, büyük mizansenli sahnelerin çekimi, bilinçsizce de olsa plan geçme, travelling, büyük plan gibi sinemanın temel özelliklerini ilk kullanan olmuştur. Büyük mizansenli tarihi filmleri ilk çeken Cecil B. De Mille onun açtığı yoldan yürümüştür.

Edison’a bağlı çalışan Edwin S. Porter ilk dönemin en önemli Amerikalı yönetmeni olarak dikkat çeker. Henüz kameralar çok az film aldığı için uzun gösterimler mümkün değildi. Bu durumda bile hikayenin bölümlere ayrıldığı western ve komediler en fazla çekilen ilk konulu filmler olur. Porter’ın 1903 yapımı ‘Büyük Tren Soygunu’ erken dönemin en önemli Amerikan klasiği olur. Kamera hareket halindeki trenin üzerine yerleştirilir, at sırtında soyguncuların patlayan silahları, tren içi sahneler, dışarıda hareket eden dekorlar sinema tarihinin ilk aksiyonunu sunar. Finalde soyguncunun silahını seyirciye doğrultarak ateş etmesi bazı salonlarda aşırı heyecana yol açar.

Tam bu yıllarda Fransa haftada bir düzine filmi ABD’e satıyordu, filmler gibi teknolojide Avrupa’dan ihraç ediliyordu. Ayrıca Güney Amerika pazarına da Fransa ve İtalya hakimdi. Kurulan ilk Film Patent Şirketine film hakları devredilmeden Amerika içi dağıtım ve gösterime izin verilmemeye başlanır. Fransız kameralarının ve teknik gereçlere gümrüklerde sudan sebeplerle zorluk çıkartılmaya ve sokulmamaya başlanır. Çok geçmeden kurulan MPPC karteli tüm teknik donanımın ve filmlerin satış haklarını ele geçirir. Artık bu kartel devreye girmeden bir filmin Amerika içi gösterimi mümkün değildir.1910 yılında yapılan anti-tröst yasasına kadar MPPC karteli Amerika’daki tüm piyasayı ele geçirir, dünya piyasasının ise yüzde seksenine hükmeder. 1915‘de ihraç edilen film uzunluğu 160 milyon feet olurken ithal edilen 7 milyon feet’e düşer. 1916 yılında devlet tarafından film bölümü kurulur, ülke içinde tröstleşme yasaklanırken yabancı ülkelerde kurulmasına engel olunmaz. Bu şekilde ululararası dağıtım tekeli ortaya çıkar. 1920’de Hollywood 36 farklı dilde alt yazı ile film üretmeye başlar. Sesli filmlerin başlamasıyla birlikte yabancı dilde ilk olarak İspanyolca seslendirmeler başlar. Sesli film standart olduktan sonra İngilizce konuşmayan ülkeler müzikal filmler ile memnun edilir. Müzikal filmlerin plakları da yan bir sektör olarak müzik endüstrisini beslemeye başlar. Doğu kıyısında yerleşmiş büyük firmaların sahibi olan Joseph Kennedy ‘filmler diğer Amerikan endüstrisinin ürünleri için sessiz satış elemanları olarak hizmet etmektedirler’ diyordu. 1930 yılında Amerikan filmlerinin satılan her bir cm feet uzunluğundaki parçası dünyanın bir yerlerinde üretilen malların 1 dolarlık bölümünün satışını yapmaya başlar. İkinci Dünya Savaşı’nın patlaması ile birlikte satışlar düşer. Bu kez Hollywood başka yollara başvurur. Örneğin Mussolini İtalya’sını güzel, faşizmi öven filmler yaparak İtalya’ya satarlar. Savaş sonrası film satışları patlar, insanlar savaşın yaralarını, moral bozukluğunu gidermek için bol bol film seyretmeye başlar. Hollywood’un egemenliği sadece ticari anlamda değil kültürel ve politik anlamda da gittikçe büyüyen bir ölçekte artar. Hiçbir ülke Hollywood’un kendilerini politik olarak kötü olarak göstermesini istemez. Bir ‘Geceyarısı Ekspresi’ filminin ülkemizde medyayı ne kadar uzun süre oyaladığını hatırlayalım. Her yıl birkaç ülke mutlaka kendilerini kötü gösterdiği için Hollywood’u protesto eder, kota koymakla veya Amerikan mallarını yasaklamakla tehdit eder. Tabi ki bu çıkışlar uzun süreli olmaz. Kültür emperyalizminin pazarlamasında direk olarak rol oynayan ABD hükümetleri bu tür tepkilerin uzun süreli olmasını engeller.

Altmışlı yıllarda Avrupa Sineması silkelenir. Fransa ve İtalya, Yeni Dalga etkisiyle etkileyici bir sinema dili yakalar ve salonlarda Amerikan Filmleri ile yarışmaya başlar. Rus ve Slav sineması da atağa kalkar. Bu uzun sürmez; seksenli yılların başında Hollywood teknolojik alanda yaptığı dev yatırımlar ile şaha kalkar. Artık salonlarda muhteşem efektler ile süslü filmler seyirciyi etkilemekte, uluslararası satış ve pazarlamada buldukları yasal boşluklar ile endüstri her geçen gün yatırımının kat ve kat fazlasını kazanmaktadır. Bazı Avrupa ülkeleri kendi film endüstrilerini koruyabilmek için Hollywood filmlerine kota koyar. Bu yasaklamanın önde gelen ülkelerinden Fransa 1993 yılında Amerika ve AB ülkeleri dahil toplam 116 ülke arasında yürürlüğe giren DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) anlaşmasından kültür ürünlerini pazarlık kapsamından çıkartır. Fransa Dışişleri Bakanı Juppe Amerika’yı ‘entelektüel terörist’ olmakla suçlar. Amerika bu anlaşma pazarlıkları kapsamında bir adım daha öteye giderek anlaşma kapsamındaki ülkelerde sinema sanatına devlet sübvansiyonlarını kaldırtmak ister. Dönemin Fransa Kültür Bakanı Jacques Touban kültürün çoğulculuk ve çeşitlilik olduğunu, bu zenginliği sınırlandırıcı tedbirlerin söz konusu olamayacağını söyler. Uzun pazarlıklar sonucu Fransa kazanır ve kültür ürünleri anlaşma dışında kalır. Amerikan sineması ekonomik olarak sürdürdüğü üstünlüğü din, milliyetçilik, özgürlük gibi kavramlar üzerine olan propagandist eğilimli filmleri uygun zamanlarda gösterime sokarak kültür emperyalizmindeki hakimiyetini de sürdürmektedir. 

NURİ BİLGE CEYLAN

Nuri Bilge Ceylan  son on yıl içinde Türk Sinemasının adını uluslararası festivallerde kazandığı ödüllerle en fazla duyuran  sinema adamı oldu . Boğaziçi Üniversitesinde elekrik mühendisliği eğitimi sırasında fotoğrafçılığa merak sarması, onun sinema geleceğinin köklerini hazırlar. Buradaki eğitimini bitirdikten sonra askerliğini yapar ve Mimar Sinan Üniversitesi'nde sinema derslerine girmeye başlar. Ayrıca profesyonelce fotoğrafcılık ile de uğraşır. 1993'de ilk kısa filmi Koza'yı çevirmeye başlar. Koza 1995 yılında Cannes Film Festivali kısa film yarışma bölümüne kabul edilir.


Nuri Bilge Ceylan’ın kasabasını anlattığı ve Tarkovsky esintileri taşıyan Kasaba (1997) ile uluslararası festivallerde ilk önemli ödüllerini kazanır. İlk gösterim 1998 Berlin Film Festivali'nde gerçekleşir ve burada Caligari Ödülü kazanır. 1970 yıllarının tipik bir Anadolu kasabasını uzun sekanslar ile anlatan Ceylan burada sıkışmış küçük yaşamları olduğu gibi, törpülenmemiş bir doğallık içinde yansıtır. Üç jenerasyon aile bireylerinin kendi aralarındaki ilişkileri, çekişmeleri 11 yaşındaki kız çocuğunun gözünden anlatılır. Aynı zamanda görüntü yönetmeni de olan Ceylan, siyah beyaz kareleri ile insan ve doğayı şiirsel bir dille birleştirir. Dört mevsimin arka fonu oluşturduğu doğal platolarda kah kar içinde kayıp düşen çocuklar, kah göç eden karanlık bulutlar, kah rüzgarın okşadığı mısır tarlaları serilir gözlerimizin önüne. Kendi doğduğu kasabada çevirdiği filmde annesi ve babası da önemli roller paylaşır.


Mayıs Sıkıntısı (1999) NBC’ın 1999'da gösterime giren iç ve dış festivallerde ödüllere boğulan ikinci filmi olur. Çanakkale’nin Yenice kasabasına elinde kamera, kafasında film çekme isteği olan Muzaffer’in gelişi yerel halkı önce tedirgin eder. İlk filminde olduğu gibi yerel insanlar ile çalışan Ceylan, bir kez daha yaşamın normal akışını resmeder. Meşe ağaçlarını orman idaresine kaptırmak istemeyen baba, üniversite sınavından eli boş dönmüş akraba, hepimizin annesi gibi bir anne, cebinde kırk gün yumurtayı kırmadan taşıyarak istediği müzikli saate kavuşmanın hayalini kuran küçük yeğen  hepsi yanı başımızda yaşayan karakterlerdir. Sımsıcak, sevgi dolu ilişkiler mükemmel doğa görüntüleri ile içi içedir. Her şey doğal akışında, sıcak ve sürprizlere kapalıdır. Mayıs Sıkıntısı uluslararası festivallerde yirminin üzerinde ödül kazanır.


Uzak (2002) insan ruhunun kendisinden ne kadar uzaklara düşebileceğini görüntülerin ve sessizliğin gücüyle vurgulayan NBC‘ın sinema anlayışını mükemmel yansıtan bir film oldu. Gemilerde iş bulma ümidiyle doğduğu, büyüdüğü toprakları terk edip İstanbul’da yaşayan kuzeni Mahmud’un yanına gelen Yusuf, onun evine bir süreliğine yerleşir. Yusuf’un iş bulması geciktikçe evdeki mevcudiyeti Mahmud’u rahatsız etmeye, adeta batmaya başlar. Kendi dünyasının içine çekilmiş, büyük kentte düşleri gerçekleştirememiş olmanın ezikliğini yaşayan Mahmut yalnızlığı yaşamının bir parçası haline dönüştürmüştür. Profesyonel fotoğrafçı olarak olmak istediği noktanın uzağında ıvır zıvır çekimler ile yaşamını kazanmaktadır. Kadınlar ile ilişkisi de sorunludur, sevgilisi kendisini terk etmiş, porno filmler seyrederek veya tek gecelik ilişkiler ile cinsel açlığını tatmin etmektedir. Mahmut köyden yeni gelmiş İstanbul’un yolunu yordamını bilmeyen bu gencin atılganlığından kendine zıt düşen dinamizminden hoşlanmamaktadır. Kendisi ne köylü kalmış ne de kent soylu olabilmiştir, kah porno, kah Tarkovski seyreden entel köylü konumunda arada sıkışmış bir bireydir. İnsanoğlunun kendisinden, kökünden ne kadar uzağa düşüp anlamsız bir bireyselliğe bürünebileceğini çarpıcı görüntüler eşliğinde, müziksiz bir sinema diliyle hissettirmeyi başarıyor Ceylan. Her iki kuzenin farklı karakterleri mükemmel oyuncu yönetimiyle ortaya çıkıyor. Film 2003'te 56. Cannes film festivalinde en iyi film ödülünü kazanırken her iki kuzeni oynayan MEK ve en iyi oyuncu ödülünü paylaşır. İlginç olan her ikisi de profesyonel oyuncu değildir.


İklimler (2007) NBC kadın erkek ilişkisini ruhların değişen iklimlerine benzeştirir. Ona göre kadın erkek ilişkisinde mutluluk ulaşılması kolay olmayan sürekli aranacak bir şeydir. Bireysel duruşlar yalnızlığı çağrıştırır ve ilişkinin ruhunu öldürür. İsa ve Bahar arasındaki ilişki soğukluk ve iletişimsizlik labirentinde anlamsız bir varoluşa dönüşmüştür. İsa’nın Serap ile yaşadığı bir kaçamak Bahar ile arasındaki kopukluğu yaratmış veya arttırmıştır. İsa içe kapanık, sevgisini cümlelere dökmeye alışmamış, yaşama mesafeli duran bir öğretim üyesidir. Yaşamını hep bazı hedeflere kilitlemiştir. Kadın erkek ilişkisini bile böyle metalaştırmıştır. Yalnız, kendine dönük yaşamaktan sıkılmadığına kendisini şartlandırmıştır. Ama gerçek böyle değildir. Oyuncu olan Bahar ise içindeki iniş ve çıkışları her zaman kontrol edemeyen bir karaktere sahiptir. Ayrılırlar. Çoğu ayrılıkta olduğu gibi sorunlar çözülmez. İsa tekrar bir araya gelebilmek için çabalar. Sevgiyi ve mutluluğu tanımlamaktan, ona ulaşmaktan aciz iki çağdaş insan portreleridir. Bir araya gelseler bile sürdürebilmeleri mümkün değildir.. Bilhassa erkek dünyasının sığlığı, kadınlara yaklaşımdaki klişeleşmiş davranışlar Ceylan’ın gözlemleri olarak senaryoya yansımış. İsa’yı kendisi, Bahar’ı ise eşi son derece başarılı performanslar ile canlandırır. Ağrı’da çekilen kar sahneleri ise Ceylan sinematografisinin değişmez etkileyici görüntü geleneğinin yeni bir parçası olur. Film 2006'da 59. Cannes Film Festival’inde ve 2007'de 26. İstanbul Film Festival’inde En İyi Film Ödüllerini kazanır.
Üç Maymun (2008) Ceylan'ın İklimler sonrası kadın erkek ilişkisini odak noktası aldığı bir film olur. Paranın yönlendirdiği, kırık dökük , içtenlikten uzak ve umutsuz ilişkilerdir. Politikaya soyunmuş olan Saffet(Ercan Kesal) ölümlü bir trafik kazasına neden olur.  Seçimlerde aleyhinde kullanılmasından çekindiği için suçu para karşılığı yanında çalışan şöforü Eyüp'ün(Yavuz Bingöl) üstlenmesini ister. Bir yıl yatıp çıkacaktır ve ailesinin dar bütçesini biraz olsun rahatlatacaktır. Bir  yemek fabrikasında hizmetli olarak çalışan karısı Hacer(Hatice Aslan) durumu kabul eder. Eyüp hapisteyken Saffet  ve Hacer arasında kaçamak bir ilişki başlar. Üniversite sınavlarına hazırlanan oğul İsmail (Ahmet Rıfat Şungar) durumdan şüphelenir ve gerçeği öğrenir. Gider Saffet'i öldürür. Hapisten çıkan Eyüp bu kez oğlunun suçunu üstlenecek birisini aramaya başlar.
Ceylan yabancılaşmayı ve sonunda ailenin kopuşunu 'efendi' paranın sebep olduğu olaylar silsilesi içinde anlatırken görsel olarak da  farklı bir tad sunar.Tematik olarak önceki filmlerinde ortaya çıkan taşra sıkıntısı, uzaklaşma artık kopuşa dönüşmüştür. Görsel olarak uzak plan doğa çekimlerinden, ruhu okumaya çalışan yakın portre çekimlerine geçtiği film olarak da tanımlanabilir Üç Maymun. Modern yaşamı gittikçe hegamonyasına altına alan 'Görmedim, duymadım, bilmiyorum' maymunları ile insan ilişkilerinin geçirdiği evrimi bir varoş ailesinin fertleri üzerinden yansıtır NBC.      

MAHSUN KIRMIZIGÜL


Mahsun Kırmızıgül yazıp, yönetip, oynadığı üç film daha şimdiden beş milyonu aşan bir seyirci ile buluştu. Sinema yazarlarının da büyük bölümünden övgüler aldı. Türk sinemasında Yılmaz Güney sonrası doğan bir boşluğa doğu insanını odaklayan, sosyal içerikli, mesaj kaygısı taşıyan filmleri ile talip oldu.
Onun, Güney’in sinema anlayışından etkilendiği muhakkak. Sözünü esirgemeyen, mesajını direk veren, sosyal gerçekleri içeren senaryoları ile bir çok soruna güneydoğu insanının gözünden yaklaşıyor. Çoğunluğu gerçek olaylardan yola çıkıyor, kimsenin hayır bu doğru değil diyemeyeceği gerçeklerin altını kalın çiziyor. Yazarken nedenler üzerine odaklanmıyor, olayların karanlık yüzüne kamerasını çevirmiyor. Yaşananları kendi gerçeği içinde göstermekle  yetiniyor. Cesur yaklaşım gösterirken kimseyi de kırmak , direk suçlamak gibi sivri bir tavır takınmıyor.Beyaz Melek'te güneydoğu insanının aile büyüklerine olan vefasını, bağlılığını işlerken bu bölgedeki huzurevlerinin talep olmadığı için kapandığını finalde istatistiki bir rakam olarak veriyordu. İhtiyarlarını terk edenlerin batıda yaşayanlar olduğunu, yozlaşma ve vefasızlığın orada olduğunu vurguluyordu.
Güneşi Gördüm'de ise oğullarından birisi Türk ordusunda askerlik yaparken diğeri PKK saflarında olan iki ateş arasında kalmış Altun ailelerini ele alıyor. Sınırdaki köylerini terk etmeye mecbur edilen kalabalık Güneydoğu ailesinin bir kolu İstanbul’a diğer kolu ise kaçak yollardan Norveç’e göç eder. İstanbul’a gelen Haydar Altun ailesi tam bir parçalanma yaşar. Çocukları ellerinden alınarak çocuk esirgeme kurumuna verilir, ailenin eşcinsel eğilimli Kadri’si travesti olur çıkar, bebekleri ölür. Daha fazla kötülükten kaçmak için doğudaki köylerine geriye dönmek üzere yola çıkarlar. Norveç’de göçmen ayrıcalıklarından faydalanan Davut Altun ailesi ise sosyal devletin tüm nimetlerinden faydalandıkları bir yaşama geçer. Mesaj kaygısının ön plana çıkması bilinen gerçeklerin diyaloglar ile sık tekrarına yol açıyor. Buna karşın karakterlerin sağlam işlenmesi ve yaşanan acıların iç burkan duygusallığı filmin didaktik bir boşluğa düşmesini önlüyor. Cahit Sıtkı Tarancı’nın ‘Memleket İsterim, ne başta dert, ne gönülde hasret olsun, kardeş kavgasına nihayet olsun’ mısraları Mahsun’un da mesajını en güzel şekilde yansıtıyordu. Bir sanatçı inceliğinde verilen provakasyondan uzak bir mesaj olarak belleklere kazındı. Sosyal olayları ne kadar gerçek ele alırsa alsın hiçbir film bir çözüm sunmaz. Mahsun’un filmlerinde de çözüm yok. Hissedilen yaralı bir bilinç. Yılların birikimi olan yaralı bir farkındalık. Travmalar ancak üzerine gidilerek iyileştirilebilir . 

Her iki film de yoğun bir duygusallıktan besleniyor. Beyaz Melek duygu sömürüsü sınırlarını çoğu zaman zorlarken, Güneşi Gördüm bu konuda  daha dengeli,daha yalın. Güneşi Gördüm’ün tek sorunu birden fazla çarpıcı yaşam öyküsünü bir arada anlatması. Seyirci tümüne aynı yoğunlukta odaklanamıyor. Terör, göç, eşcinsellik, kontrolsüz doğum derken tümü mesaj taşıyan temalar bir arada zorlanıyor. Hepsinin dramatik akışı, acının arka arkaya sıralanması seyirciye hiç rahat bir nefes aldırmıyor. Olayların akışında bireylerin edilgenliği can acıtıyor. Gerçek bu kadar şartsız kuralsız kabul edilebilir mi? Finalde kardeşin kardeşi namus için vurduğu sahnede zayıf bir ‘hayır, bırak yaşasın’ dökülüyor Mahsun’un dudaklarından. O kadar titrek ve zayıf ki, doğal akışı değiştirmeye gücü yetmiyor.
Mahsun, tüm filmlerinde kalabalık ve deneyimli bir oyuncu kadrosu ile çalışıyor. Tanınmış çok oyuncunun bir arada olmasının iyi hikayeleri zedelediği, dikkat dağıtıp seyirciyi öyküden uzaklaştırabildiği değişmez bir kuraldır. Güneşi Gördüm’de deneyimli Altan Erkekli ve Demet Evgar yanında Cemal Toktay eşcinsel kardeşte ve onun sert abisinde Murat Ünalmış mükemmel oyunculuklar sergiliyor.


Beyaz Melek’te görüntü yönetmeni Eyüp Boz bilhassa Tuz Gölü kenarında çekilen görüntüleri ile düş ve gerçek arası bir duygu veriyordu. Bu kez görüntü yönetmeni Soykut Turhan helikopterlerin dağların arasından süzüldüğü ilk karelerden itibaren mükemmel etkileyici anlar yakalıyor. Finalde gün doğarken köprü üzerinde Kadri’nin soyunması sinema belleğine unutulmayacak bir kare olarak kazınıyor.
Yıllardır gecikmiş bir sözü yüksek perdeden söylüyor Mahsun. Yıllardır gazete köşelerini döşeyen kardeş kavgasını sivri uçları yontulmuş bir hikaye ile beyazperdeye yansıtıyor. Keşke karanlık tarafa biraz olsun ışık tutup, savaşın bitmesini kimler istemiyor sorusuna girseydi. Keşke Norveç’de silah fabrikasında iş verilen göçmen aile bölümü son anda hikayeden çıkarılmasaydı. Keşke politikacıların iki yüzlülüğü birkaç yan karakter ile öyküye dahil edilseydi. İnsanların acısının sadece coğrafi bir yoksunluk olmadığı anlaşılırdı belki. 
Çekim aşaması promosyon çalışması şeklinde geçen 'New York'ta Beş Minare' artık kendini seyirciye kabul ettirmiş bir yönetmenin yeni eseri edasına çok erken sokuldu. Buna gerek var mı ? sorusu çeşitli şekillerde yanıtlanabilir.Basında şişirilen Hollywoodvari film yaftası kabul edilebilir bir yaklaşım olamaz.Her ülke sineması kendi filmini üretir bu tür öykünmeler özentiliğin ötesine geçemez. Arabaların uçtuğu, parçalandığı aksiyon sahnelerini Amerika çıkışlı her sınıf filmde görebiliriz.  Seyircinin beklentisine paralel olarak yatırım büyüdü denilebilir veya Kırmızıgül çıtayı sürekli yükseltmek istiyor da denilebilir. Filmin, kötü eleştirilerden korumak için sinema yazarlarından köşe bucak kaçırılması veya ilk gösterime sadece iyi yazacakların davet edilmesi Mahsun gibi sosyal gerçekçilik üzerine filmleri hedefleyen bir yönetmene yakışmadı. Senaryosu üzerine çeşitli spekülasyonlar yapılan 'New York'ta Beş Minare' didaktik mesaj ve kendi içinde çelişki  tuzağına ilk iki filme oranla daha fazla düşmüş. Her şeyden önce Türk polisi Acar ve FBI ajanı arasında yapılan artık bir gündem oluşturmayacak basitliğe dönüşmüş'Amerika Irak'a petrol için gitti' mesajı böyle iddialı bir filmin diyaloğu olamaz.Daha yaratıcı, 'kör gözüne parmağın' olmayacak şekilde, formüle edecek onca çözüm arasında bu en kolayı.  İkinci hiç inandırıcı olmayan yönde İslami cemaaat liderinin yaşam şeklinde görülüyor. İslamiyeti bu kadar yaşam şekline dönüştürmüş bir cemaaat lideri Amerikalı eşinin Hıristiyan kalmasına izin vermez. Bu hoşgörü sınırlarını aşıp çevresine yaydığı inandırıcılık çemberini yaralar. Her cemaaat daha fazla taraftar kazanmak ister. Hele kızına yabancı isim verilmesine hiç razı olmaz. Hoşgörü ve cemaat ilişkileri sınırlarını bu kadar geniş tutmayı başaramaz. Kırmızıgül'ün karşı durduğuna inandığımız kan davası, aile onuru sorununa finalde bir kurban daha verilmesi hiç bir şeyi değiştiremeyen sadece duygusallığı körükleyen bir tavrın ötesine geçmiyor. Aynen Güneşi Gördüm finali gibi.Sosyal gerçekleri temel alan filmlerin duygusallığı mantıklı, sömürüye sapmadan kurgulaması hatta hiç bir abartıya sapmadan salt gerçeği göstererek acıyı hissettirmesi en ideali. Bu yaklaşıma en iyi örnekleri İtalyan Gerçekçiliğinde veya Fransız Yeni Dalga'da bulabiliriz.New York'ta Beş Minare bu pürüzlere rağmen iyi bir sinematografik anlatıma sahip. Flycam (havadan) çekimlerin biraz fazla olması dışında görüntü yönetimi çok etkileyici.Müzik Mahsun'un her filminde olduğu gibi tematik bütünlüğü tamamlıyor.  Çok fazla mesaj mı yoksa duygusallık mı  ikilemi çoğunlukla dengeyi bozmuyor mu

COEN KARDEŞLER

ZAMANE DAHİLERİ



Coen kardeşler kazandıkları Oscar ile sadece popüler anlamda ünlerini pekiştirdiler.Yoksa ilk filmleri olan ‘Kansız-Blood Simple’ dan sonra çevirdikleri her yeni filmle gittikçe artan seyircileri için bu ödülün çok da anlamı olmadı. Coen'lerin  filmlerini tema, karakterler ve sinema dili olarak farklı konu başlıkları altında değerlendirebiliriz. Filmlerine hakim kara mizah duygusu çoğunlukla kanlı cinayetlere uzanırken, bunlar dramatik bir son değil, öykülerinin akışı içindeki olaylar olarak şekillenir.Tüm öykülerinde yer alan saplantılı, beceriksiz, darbeli karakterler seyirciyi inanılmaz eğlendirir. İşlenen kanlı cinayetler tüm harala gürele içinde seyircide bir an olsun gerginlik duygusu yaratmaz. Coenler dalgalarını geçerlerken filmin yap-boz kurgusunda asla dağınıklığa yol açmazlar. Karanlık polisiye öyküleri çok sevmeleri yanında bildik klasik öyküleri de kendi dünyalarına sokup gerekli rötuşlardan sonra seyirciye sunarlar.
Kendilerini tanıdığımız ilk filmleri ‘Kansız – Blood Simple’ oldu. 1984 yapımı bu filmde her şey son derece bildik sularda başlar. Kadının kocasının yardımcısıyla ilişkisi vardır ve kocasını ortadan kaldırmayı planlamaktadır. Yabancı birisinin kocayı öldürmesi sonrası işler bir anda beklenmedik şekilde gelişmeye başlar. Her şey gergin bir şekilde ilerlerken filmin her sekansında için için sinmiş keskin ironi hissedilir. Tarantino’nun çok sevdiği işlerden olan bu tarz ironiyi biraderler geleneksel Film Noir kalıpları işlerken sürprizler ile de seyirciyi de şaşırtır. Bu aralarda Tarantino henüz video dükkanında çalışıyordu.
Üç yıl sonra gösterime giren ikinci filmleri ‘Arizona Bebek Büyüyor-Raising Arizona’ yüksek tempoda çılgın bir komedi olur. Çılgın karakterler ile dolu olan filmde Nicholas Cage hırsızlıktan sürekli hapise giren çıkan H.I. Mc Dunnough karakterini oynar. Düşünün hırsız kendisini her seferinde yakalayan polis memuresi Edwina (Holly Hunter) ile evlenir. Absürd komedinin ufkunu açan karakter ve olaylar dolu olan filmde John Goodman‘ın canlandırdığı kafadan çatlak hapishane kaçkını Gale Snoats en renkli karakterlerden birisi olur. Dashiel Hammett’in Kızıl Hasat (Red Harvest) romanından esinlenen üçüncü filmleri Miler’s Crossing seyircinin en az tanıdığı eleştirmenlerin ise en beğendiği filmlerinden olur. İlk iki filmlerinin görüntü yönetmeni (şimdinin yönetmeni) Barry Sonnenfeld’in seçtiği kahverengi tonların boyadığı karanlık bir gangster öyküsüdür. İçki yasağı yıllarında şehrin doğu yakasını idare eden İrlandalı patron Leo’nun (Albert Finney) en büyük yardımcısı polis teğmeni Tony’dir (Gabriel Byrne). Hakimiyetleri İtalyan asıllı patron Johnny Casper (Jon Polito) ve acımasız yardımcısı Eddie Dane tarafından tehdit edilmeye başlayınca Leo ve Tom yeni önlemler almak zorunda kalır. Fakat araya giren bir kadın meselesi baba-oğul ilişkisi içindeki ikilinin arasını açar. Albert Finney’in mükemmel oyunculuğu yanında şiddet ve kara mizah yüklü sahneler filmin en fazla akılda kalan yönleri olur.


Üçüncü filmleri Barton Fink (1991) ile kardeşler Cannes film Festivalinde Altın Palmiye ve en iyi yönetmen ödülünü kazanıyordu. Artık Avrupa da Coen kardeşleri tanımış ve filmlerini sevmiştir. Filmin baş karakteri Barton Fink ile yaratıcılığı tıkanmış bir yazarın yaşamının nasıl cehenneme dönüştüğünü anlatırken yine Coen öykülerinin tuhaf karakterleri unutulmaz portreler çiziyordu.
Yıl 1941, Barton Fink (John Turtarro) New York tiyatro dünyasında başarıya ulaşmış entelektüel yazar olarak aldığı teklifler sonrası Hollywood’a gelir ve Capital Picture için bir güreş filminin senaryosunu yazmak üzere anlaşır. Yerleştiği Earle Otelinin bir odasında daktilonun başında yazamadığı senaryo, hayalleri ve kabusları ile boğuşurken oda komşusu satıcı Charlie Meadows (John Goodman) ile tanışır. Charlie senaryonun ilerlemesi için Fink’e yardımcı olmaya çalışır.
Yazdığı birkaç satırın ötesine geçemeyen Barton Fink’in yaşadığı cehennemi azap finaldeki otel yangını ile gerçek bir cehenneme dönüşür. Cinayetsiz bir Coen kardeşler filmi olamayacağına göre bu kez de faili meçhul cinayetler, kopuk kafalar öyküyü tamamlar. Hollywood sisteminin yazarlara uyguladığı baskı, işler yolunda gitmezse onları nasıl harcadığını satirik olarak hicveden Coenler ilk iki filmlerinin çok üzerine çıkar. Artık birinci sınıf yönetmen kategorisine ulaşmış bir sonraki filmleri merakla beklenir olmuştur.
< Dördüncü filmleri ‘Bir Şirket Komedisi-The Hundsucker Proxy’(1994) kendileri üzerine yüklenmiş olan beklentileri karşılamaz. O güne kadar yaptıkları en pahalı (40 milyon dolar) yapım sadece 3 milyon dolar gişe yapar. Capravari bir komedi için yola çıkan kardeşler ne yazık ki gereken ruhu yakalayamaz. Absürd daha çok Monty Phyton ekolüne yakın bir film çıkar ortaya. Ruhu anlaşılmaz ve beğenilmez. Fargo (1996) sinema tarihinin kilometre taşlarından birisi olur. Karlı, kış atmosferinin sarmaladığı Orta Batı insanları, geriye döndürülemeyen hatalar, kontrolsüz katil tipler, hamile bir cinayet detektifi öykünün kalbini oluşturur. Kayınpederinden karısını kaçırtarak fidye isteyen şaşkın damadın dramı, kara mizahın ağır bastığı fakat Coenlerin uslubu için gerçeğe oldukça yakın duran sanki gerçek bir olaydan alıntıymış gibi yansır beyaz perdeye. Steve Buscemi ve Peter Stomare canlandırdıkları kontrolsüz iki kiralık katilde, Frances Mc Dermot kendisine yardımcı kadın oyuncu Oscar’ı getiren hamile kadın polis Marge Gunderson rolünde unutulmaz performanslar sunar. Fargo zamanla kar ve polisiye denilince ilk sırada akla gelen film olur. ‘Büyük Lebowski-Big Lebowski’ (1998) Aylaklık, vurdumduymazlık üstüne çevrilmiş en keyifli film olduğu tartışılmaz. Chandler vari bir polisiye öykü günlerini bowling oynayarak veya White Russian kokteyli içerek geçiren karakterler üzerine yaslanırsa ne olur? Ahbap ’The Dude’ olarak tanınan Lebowski (Jeff Bridges), Vietnam’da kafayı sıyırmış Walter Sobchak (John Goodman) ve saftirik Donny (Steve Buscemi) günlerini bowling ve geyik ile geçiren üç arkadaştır. Ahbap’ın evine iki tip tarafından yapılan davetsiz bir ziyaretin nedeni Lebowski isminin karıştırılmasındandır. Tiplerin evi terk etmeden ‘Ahbap’ın çok değer verdiği İran halısı üzerine işemeleri kahramanımızı kızdırır. Adaşını bularak halısına olan zararın ödenmesini talep eder. Fakat hiç ummadığı bir entrikanın içine çekilir. Polisiye gibi başlayan hikaye bir yerden sonra karakterlerin renkliliği karşısında önemini kaybeder. Seyirci bu üç ahbap çavuşun yapacakları ilginç işleri ve sakarlıkları izleyerek eğlenir. Nerdesin Be Birader?- O Brother Where Art Thou ? (2000) ile Coen Biraderler komediye ve diğer taraftan Blue Grass, Delta Blues, Amerikan Folk şarkıları kökenine geri döner. Günlerini taş kırarak değerlendiren üç hapishane kuşu Ulysees Everett Mc Gill (George Clooney), Pete Hogwallop (John Turtarro), Delmar O’Donnel (Tim Blake Nelson) gömülü bir hazineyi bulmak için prangalarıyla birlikte kaçar. Grubun en uyanık üyesi Ulysees’in önderliğinde Soggy Bottom Boys adlı bir müzik grubu kurarak firarı kolaylaştırmaya çalışan üç kafadarı yol boyunca kendilerini yakalamaya çalışan kanun adamı Cooley, tekrar seçilmek isteyen yerel politikacı Peppy O’Deniel (Charles Durning) , gangster bebek yüzlü Nelson gibi coenvari karakterler karşılar. Saçını sık sık tarayan süslü Clooney, T-Bone Burnett’in müzikleri ve öykünün Homeros’un Odessa’sından Missisipi Deltasına uyarlama olması filmin en anımsanacak özellikleri olarak kalır. Film Coen kardeşlerin  az bilinen eski Amerikan müziği kayıtlarını seyirci ile paylaşma yolu olur. 'Orada Olmayan Adam-The Man Who Wasn’t There' (2001) Billy Bob Thornton’un canlandırdığı hiç konuşmadan, hiç öksürmeden Camel sigaralarını arka arkaya tüttüren berber Ed Crane karakteri filmin unutulmaması için yeterli neden. James McCain’in romanından (Postacı Kapıyı İki Kez Çalar, Çifte Tazminat romanlarının yazarı) uyarlanan öyküde Crane adeta dünyaya düşmüş bir uzaylıdır (bunu ima eden uzay gemisi, uçan daire motifleri öyküde mevcut). Yaşamı buzlu bir cam arkasından seyrediyor gibidir, çevresinde olan hiçbir olay onu heyecanlandırmaz; umutsuzluluğu ve boşluğu yüzünden okunur. Yaşamında yapmak istediği kökten değişiklikler her seferinde beceriksizlikler duvarına çarpar. Hayatının idaresini bir türlü eline alamayan bir adamın kaderine varoluşçu bir bakış atar. Kardeşlerin siyah beyaz çektikleri bu çarpıcı film 1991 Cannes Film Festivalinde en iyi yönetmen ödülünü kazanırken Roger Deakins’in muhteşem görüntüleri ona Oscar adaylığı ve Bafta ödülü getirir. 'Dayanılmaz Zulüm-Intolerable Cruelty' (2003), 'Kadın Avcıları –Lady Killers' (2004) biraderlerin irtifa kaybettikleri iki film olarak anımsanmanın ötesine geçemedi. Clooney ve Zeta-Jones ikilisinin' Dayanılmaz Zulüm'de tutturdukları popüler kimya dışında Screwball komedi ile ana akım romantik komedi arasına sıkışmış bir film olarak kaldı. 1955 yılında Ealing klasiğinin tekrarı olan ' Kadın Avcıları' ise tam coenvari karakterlerle bir filmdir. Sorun zaten klasik kara komedi olan bir filmi tekrar ufak rötuşlar ile güncelleyip vitrine koymak biraderler’e  yakışmaz. Nihayet, 2008 Oscar ödülünü kazandıkları 'İhtiyarlara Yer Yok-No Country For Old Man' sinematografilerinin en rafine filmlerinden birisi olarak yerini aldı bile. Cormac McCarthy romanından uyarladıkları öykü dram ve simsiyah bir mizah arasında yer alır. Cehennemi, acımasız bir dünya ile şiddetin mizahla karıştığı bir neo-western filmi olarak tanımlanabilir. Filmin seyirciyi ters köşeye yatıran finali ise alt metini keşfedebilmek için insanı düşünmeye zorluyor. Elinde basınçlı cıvata tabancasıyla insanları alnından mıhlayan Anton Chigurh (Javier Bardem), suç işlemeye çalışan standart vatandaş Lleweyn Moss (Josh Brolin), yaşamın yozlaşmasını taşıyamayan Şerif Ed Tom Bell (Tommy Lee Jones) filmin omurgasını oluşturan karakterler. Paylaşılmayan bir uyuşturucu parasının peşinde kopan onca gürültü, akan kan tek bir sonuca varır acımasız bir dünyada kontrolsüz bir şiddetin ortasında çaresiziz.


'Burn After Reading-Aramızda Casus Var'(2009) ise Brad Pitt, George Clooney,John Malkovich,Frances McDormand gibi sevdikleri oyuncuları bir araya getirdikleri komedide çok önemli ve farklı  işler yoktur. Kendilerini rahatlatan bir ara film olarak değerlendirmek en doğru yaklaşım olur.  

KEN LOACH

 VE SIRADAN İNSANLARI 


Ken Loach’u kısaca ‘sıradan insanların yönetmeni’ olarak tanımlamak mümkün. Sıradan insanların kendi sosyal çevreleri içindeki gündelik yaşamlarını, başarılarını, yenilgilerini gerçeklik duygusundan kopmadan adeta bir belgesel çekercesine yansıtır. Bireyin yaşamında yaptığı seçimlerin, mağlubiyetlerinin yalnız kendi eseri olmadığını, çevre baskısının, yaptırımlarının sonucu, hatta bir gerekliliği olduğunu gösterir. Taraf tutar, solcu ve radikal kimliğinin gereği haksızlıkların ardındaki sömürücü güçleri yalın bir dille eleştirir. Bu değişmez duruşu Loach’un birbirinden çok farklı iki filminden bahsetmeyi mümkün kılmaz. Alt sınıf insanların dramlarını anlatmak duyguları yumuşatan melodram riskini de birlikte taşır. Bu duruma düşmemek Loach için bir görevdir; bunun için oyuncularını genelde tanınmamış veya profesyonel olmayan oyunculardan seçer, özgür diyalogları, doğal ışığı, gerçeklik duygusundan kopmayan direk bir sinematografiyi tercih eder. Karakterlerini sever, onların arkasında durur, sırtlarını sıvazlar fakat onlar için asla ağlamaz, ağlanmasını da istemez. Kararlarına saygılıdır; sonucun onlar için kötü olacağını bilse de müdahale etmez. Sonuç olarak, bu yaşam tüm seçimleriyle onlarındır. İçindeki adalet anlayışını asla duygularına yem etmez. Onun kaybeden iyi insanlarının arkasında yürek buran bir müzik hiçbir zaman duyulmaz. Baş karakterleri hayranlık duyulacak kahramanlar değildir. Hepsi etten kemikten, hatalarıyla yaşayan insanlardır. 

1936 doğumlu yönetmen, hukuk öğrenimi sonrası kısa bir süre tiyatro oyunculuğu yapar ve BBC televizyonuna girer. 1967'de çektiği ilk sinema filmi olan Poor Cow’da (Düşen Kadın) kenar mahallede yaşam mücadelesi veren bir kadını anlatır ve filmin gerçekliğini desteklemek için TV habercileri gibi aralara halkla söyleşiler koyar. 1969'da çektiği ikinci film Kerkenez’de (Kes) İşci sınıfının kötü yaşam koşullarını Yorkshire’daki bir madenci kasabasında geçen öyküsünde anlatır. Kapitalist sınıfı keskin bir dille eleştirirken, düzenin kurbanı genç bir adamda öyküsünü şekillendirir. Sonra sırasıyla Aile Hayatı (Family Life 1971), Kara Jack (Black Jake 1979), Bakışlar ve Tebessümler (Looks and Smile 1981), Gizli Dosya (Hidden Agenda 1990) filmlerini yapar. Bilhassa son iki film ile İngiliz toplumuna bitmez tükenmez eleştirilerini sürdürür. Bakışlar ve Tebessümler de işsizliğin gençlik hayallerini nasıl tükettiğini anlatır. Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü alan Gizli Ajanda ise İngiliz Polisi’nin Kuzey İrlanda’da yaptığı şiddeti ve provakasyonu yansıtır ve İrlanda meselesine ilk yaklaşımı olur. Artık izlenen bir yönetmendir ve daha olgun filmler yapma dönemine gelmiştir. Bu dönemin ilk filmi Ayak Takımı (Riff- Raff 1991) olur. Londra’nın kenar mahallerinde yaşayan ayak takımı insanların yaşamlarını mizaha kaçan bir dille anlatır. Bir sonraki filmi Yağan Taşlar 'da (Raining Stones 1993) ise aynı temayı Manchester’in kenar mahallerine kaydırır. Film bir kez daha Cannes Jüri Özel Ödülü kazanır.

1995 yılında çevirdiği Ülke ve Özgürlük (Land and Freedom) siyasal sinemanın en seçkin örneklerinden birisi olur. İspanya iç savaşına katılmış bir İngiliz’in gözünden faşistlere karşı savaş ve sol fraksiyonlar arasındaki tutarsızlıklar anlatılır. Loach solcuların arasındaki anlaşmazlıkların, savaşın belki de savaşların kaybedilmesindeki payın önemini vurgular. Yönetmen Carla’nın Şarkısı'nda (Carla’s Song 1996) Glaskow’daki otobüs şoförüyle Sandinist gerilla bir kız arasındaki aşktan yola çıkarak Nicaragua’daki iç çekişmelere ve gerçeklere yöneltir kamerasını. Adım Joe (My Name Joe 1999) ise Glaskow’da amatör bir futbol takımının antrenörlüğünü yapan, alkolik Joe’nun buruk yaşamını anlatır. Peter Mullan‘ın mükemmel performansı bu kişisel filmin en güçlü yanı olur. İlginç olan ağır İskoç aksanı nedeniyle film Amerika’da İngilizce alt yazı ile gösterilir. Afili Delikanlı'da (Sweet Sixteeen 2002) bu kez on altı yaşındaki Glaskow’lu Liam’ın dramı vardır. Uyuşturucu satıcılığından hapiste yatan annesinin hapisten çıkacağı günü dört gözle bekleyen Liam ona sıcak bir yuva hazırlamak istemektedir. İşsizlik ve hoş görüsüz toplum onun aşamadığı sorunlardır. Genç yaşının ataklığı onu kaçamadığı bir sona sürükler. Amerika’da bir grevi öykülediği Ekmek ve Güller'den (Bread and Roses 2000) sonra Demiryolcular'da (The Navigators 2001) özelleştirilen demir yollarında çalışan işçilerin her an işten atılma korkularını, sermaye tarafından ezilmelerini anlatır, Bu film usta yönetmenin kişisel anti global manifestosu olur adeta. 11 Eylül sonrası artan Müslüman/Hıristiyan çatışmasını Pakistanlı Casim ve Glaskowlu Roisin arasındaki aşkı öykülediği Duygudan da Öte-(Ae Fond Kiss 2004 ) filminde yorumlar. Duygudan da öte olan kültürel uyumsuzluğu iki taraf ta engelleyemez.

Özgürlük Rüzgarı (The Wind That Shakes The Barley 2006) ise İrlanda sorununu baştan alarak 1920'li yıllardan itibaren İRA’nın kuruluşunu, kardeşin kardeşi nasıl vurduğunu, İngiliz askerinin yaptığı zulmü etkileyici görüntülerle ve epik bir sinematografi ile anlatır. Bu film yönetmene bir kez daha Cannes’da 2006 En İyi Film Ödülü'nü kazandırır. Özgür Dünya (It’s Free World 2007) kaçak işçi sorununu, onların sömürülmesini tüm çıplaklığıyla gösterir. Bu işte iyi niyetli bir iş veren olmadığını iki kadın baş karakterinin tutarsızlığında yansıtır Loach.  Hayata Çalım At (Looking For Eric 2009) da futbol hastası postacı Eric hayranı olduğu Eric Cantona ile yaptığı hayali konuşmalar ile yaşamında yolunda gitmeyen sorunlara bir çare üretecek gücü toplamaya başlar. Eric Cantona'nın futbol ve yaşamı üzerindeki felsefesini yansıtan mükemmel bir melodram ile sinematografisine başarılı bir halka ekler.     

Ken Loach, popülist sınırların uzağında anlattığı gerçek öyküler ile yaşayan en tutarlı yönetmenlerden birisi olmayı sürdürüyor. Artık onun için dönüş yok.

SON ON YILIN EN İYİ TÜRK FİLMLERİ

 


-Sonbahar            
-Babam ve Oğlum
-Vizontele
-Uzak
-Beş Vakit
-Beynelmilel                                                    
-Üç Maymun
-Kader
-Vavien
-YazıTura
-Yumurta, Süt, Bal üçlemesi
-Issız Adam
-Yaşamın Kıyısında
-Gönül Yarası
-Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak
-İki Dil Bir Bavul

Türk Sineması son on yılı oldukça hareketli geçirdi. Farklı türlerde gezinen, geçmişin karanlık anılarına yönelen, daha cesur, sansür korkusu azalmış bir jenerasyon ortaya çıktı.

Diğer bir yönetmen grubu ise apolitik fakat gerçekçi sinema dilinin izinde adeta bir Yeni Dalga yakaladı. Gişe başarısını ön plana alan farklı kalitede komediler çevrildi. Seksen darbesi sonrası yaşanan kişisel ve toplumsal travmaları ön veya arka planda öyküleyen filmlerin sayıları arttı. Buna en iyi örnek olarak Sonbahar, Beynelmilel, Babam ve Oğlum sayılabilir. Sonbahar hapiste geçirdiği onca yılın travmasını tüm bedeninde taşıyan genç bir adamın yaşam ile yeniden tanışmasını anlatır. Genç yönetmen Özcan Alper bir çok festivalde ödül kazandığı filminde Doğu Karadeniz’in doğasını öyküsünün içine adeta bir karakter gibi sindirir. Hopa, Çamlıhemşin’in yağışlı, vahşi doğasının, baş karakter Yusuf (Onur Saylak) gibi nerede, nasıl patlayacağı belirsizdir.

Beynelmilel ise sıkıyönetimin sürdüğü yıllarda geçen gerçek bir öyküden yola çıkarak trajikomik bir dille dönemi yansıtır. Adıyaman’da Gevende olarak anılan bir grup yerel müzisyenin sıkıyönetim komutanlığı tarafından disiplinli bir orkestraya dönüştürülmek istenmesi bize dönemin komik bir resmini çizer. Senarist ve yönetmen Sırrı Süreyya Önder diğer filmi O… Çocukları ile de dikkat çeker. Listede iki film ile yer alan Çağan Irmak 12 Eylül mağduru oğul baba ve torun arasındaki ilişkiyi samimi bir duygusallık içinde işler. ‘Issız Adam’da ise büyük kent yaşamında sıkışmış karakterlerin kafa karışıklığını, duygusallık ve bencillik arasındaki kararsızlığını dar bir sosyal çevre içinde yansıtır.

On yıllık döneme uluslararası festivallerde kazandığı başarılar ile en fazla damgasını vuran yönetmen Nuri Bilge Ceylan olur. Antonioni, Tarkovsky gibi ustaların gerçekçi sinema anlayışını yaşamın içinden insan portreleri ile sürdürür. ‘Uzak’ ve ‘Üç Maymun’ sinemamızın klasikleri arasındaki yerlerini alır. Türk asıllı Hamburg doğumlu yönetmen Fatih Akın ‘Yaşamın Kıyısında’ ile ait olduğu her iki toplumun farklı kesimlerinden gelen karakterleri ortak yazgılarda birleştirir. ‘Yumurta’, ‘Süt’ üçlemesinin sonuncusu olan ‘Bal’ ile Berlin’de Altın Ayı ödülüne layık görülen Semih Kaplanoğlu sinema dilini manevi gerçekçilik olarak adlandırıyor. Yarattığı şiirsel atmosfer, insanın doğa içindeki konumu, uzun plan-sekans ile zamanın varlığını hissettiren bir sinema dili onun önde gelen tercihleri oldu.

Taylan Kardeşler, Vavien ile kasaba yaşamının kısır döngüsü içinde akıp giden bir kara komediye imza atarlar. Sinemamızın üretken yönetmenlerinden olan Reha Erdem Anne Korkuyorum, Beş Vakit, Hayat Var, Cosmos ile iki binli yılları son derece yoğun geçirir. Beş Vakit aynen namaz vakitleri gibi bölünen bir gün içinde köy yaşamından küçük yaşamlar sunar. Büyüyemeyen yetişkinler, onların otorite adına çocuklarına uyguladığı şiddet, çocukların karmaşık dünyası küçük bölümler halindedir. Özenle çekilmiş doğa görüntüleri filmi senfonik bir şiire dönüştürür.

Geçtiğimiz yıl yaşamını kaybeden Ahmet Uluçay’ın çocukluğunu anlattığı ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ içten anlatımı ile seyirciyi etkiledi. Köyde sinemaya meraklı çocukların bir ahırda projeksiyon makinesi yapma çabalarını anlatan film ne yazık ki Uluçay’ın ilk ve son uzun metrajı olur.


 

2000'li YILLARIN EN İYİ 25 FİLMİ


2000’li yılların ilk on yılını bitiriyoruz. İlk on yılın dikkat çeken filmlerini anımsamak için arşivlere girdiğimde kafa karıştıran bir birikimle karşılaştım. Etkileyici ve gişede de başarılı olmuş bir çok film yanında, birer başyapıt düzeyinde olan fakat çeşitli nedenler sonucu geniş anlamda gösterime girememiş filmler arasında karar vermenin ne kadar güç olduğunu gördüm...
Bunların arasından en iyi 25 filmi seçmek hangi kriterlere göre olacaktı? Sinema için yeni bir soluk olabilecek, farklı bir bakışı temsil eden filmler ile Hollywood’un pahalı fakat etkileyici filmleri arasında harman bir liste yapmak ve adil davranmak oldukça zor oldu. En zoru da büyük beğeni toplayan fakat beni nedense çok etkilemeyen filmlere haksızlık yapmama baskısı oldu.

Diğer taraftan onları küçük bütçeli fakat yaratıcı bir dehanın ürünü olan, zamanla kült mertebesine ulaşan veya ulaşabilecek filmler ile sıralamak hoşuma giden bir intikam oldu. Bir kriter olarak da birden fazla filmle döneme vurgusunu vuran yönetmenlerin filmlerine öncelik vermenin daha hakkaniyetli olacağına karar verdim.

Daha fazla sayıda filme yer verebilmek için Türk filmleri için ayrı bir liste yapmak da mantıklı geldi. Nereden bakarsak bakalım son on yılın Türk sineması için yeniden bir yapılanma süreci olarak geçtiğini net olarak görüyoruz.

Genel olarak baktığımızda insanoğlunun gittikçe artan kontrolsüz şiddeti üzerine anlatılan öykülerin sayısı oldukça fazla.

Fantastik filmlerin ise gittikçe gelişen teknoloji sonucu mükemmel bir görselliğe ulaştığına tanık olduk.

Uzak Doğu Sinemasının yaratıcılığına ve estetik duygusuna birçok filmde tanık olduk ve büyük keyif aldık.


1- İhtiyarlara Yer Yok–No Country For Old Man, 2007, Yön: Coen Kardeşler

2- Saklı-Cache ,2001, Yön: Michael Haneke

3- Aşk Zamanı-Fa young nin wa, 2000, Yön: Wong Kar-Wai

4- Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikasti-The Assasination of Jesse James by the Coward Robert Ford, 2007, Yön: Andrew Dominik

5- Dogville, 2003, Yön: Lars von Trier

6- Avatar, 2009, Yön: James Cameron

7- Yüzüklerin Efendisi Üçlemesi, 2002-2004, Yön: Peter Jackson

8- Tanrı Kent-Cidade de Deus, 2002, Yön: Fernando Meirelles

9- Kanlı Pazar-Bloody Sunday, 2004, Yön: Paul Greengrass
10- Açlık–Hunger, 2009, Yön: Steve McQuenn

11- Konuş Onunla-Hable con ella, 2002, Yön: Pedro Almadovar

12- Karanlık Yolculuk-Danny Darko, 2001, Yön: Richard Kelly

13- Paramparça Aşklar Köpekler-Amores Perros, 2002, Yön: Alejandro Gonzalez İnarratu
14- Başkalarının Hayatı-Das Leben der Anderen, 2006, Yön: Florian Henckel von Donnersmarck

15- Mulholland Çıkmazı-Mullholland Drive, 2001, Yön: David Lynch

16- Kara Şövalye-The Dark Knight, 2008, Yön: Christopher Nollan

17- Bir Rüya İçin Ağıt-Dream For Requiem, 2002, Yön: Darren Aronofsky

18- Dönüş-Vozyyrashchenie, 2003, Yön: Andrei Zvydagintsev

19- Amelie-Le Famouleux Destin d’Amelie Poullain, 2001,Yön: Jean Pierre Jeunet

20- Yaratık-Gwoemul, 2006, Yön : Bong Joon-Ho

21- Sarhoş Atlar Zamanı-Zamani Barayi Masti Ashbi, 2000, Yön: Bahman Ghomani

22- Billy Eliot, 2000, Yön: Stephen Daldry

23- Afili Delikanlı-Sweet Sixteen, 2002, Yön: Ken Loach

24- Yasak bölge 9-District 9, 2009, Yön: Neill Bloomkamp

25- Kan Dökülecek-There Will Be Blood, 2007, Yön: Paul Thomas Anderson


2000’li yıllara damgasını vuran isimlerin başında gelen Coen Kardeşlerin 2009’da Oscar ödülünü kucakladıkları ‘İhtiyarlara Yer Yok’ günümüz insanının içinde bulunduğu kötülük dolu ve güvenilmez dünyayı, özgün bir western/polisiye atmosferinde, tek kelimeyle mükemmel olarak yansıtır. Bir para çantasının etrafında dönen sınırsız şiddeti anlatırken, modern çağ insanının evriminin aslında ilkelliğe ne kadar yakınlaştığını ima eder Coen’ler. Avusturya asıllı Michael Haneke festivallerde en fazla ödül kazanan yönetmenlerin başında geliyor. Zamanın ruhunu kavramış sıkı bir düşünür olan Haneke burjuva sınıfının ikiyüzlülüğü, medya simülasyonu, insanoğlunun anlamsız şiddeti, saptırılmış gerçeklerin üzerine giden filmlerinden birisi olan ‘Saklı’ ile son on yıla sağlam bir imza attı. İsimsiz kasetlerin huzursuz ettiği bir burjuva ailenin, geçmişte saklı kalmış bir gerçekle yüzleşmesi ve suçluluğun duygusunun üzerinin örtülmesi düşündürücü bir film. Wong Kar-Wai ismini geniş kitlelere tanıtan ‘Aşk Zamanı’ renk, dekor, kostüm ve sıra dışı kadrajları ile unutulmaz bir estetik gösterisi sunar. 1962 Hong Kong’unda yaşanan imkansız bir aşkı anlatırken, nostaljiyi unutulmaz bir tango müziği ile kaynaştırır. ‘Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikasti’ Yeni Zelanda kökenli Andrew Dominik’in ikinci uzun metrajlı filmi. Western türü için alışılmadık hüzünlü bir atmosferi kurmadaki başarısı, sakin fakat akıcı anlatımı, Robert Ford karakterini canlandıran Ben Casey’in etkileyici performansı filmin en önemli artıları olarak öne çıkar. Öykünün sadece bir suikast ile sınırlanmaması, olayın sosyal etkileri, suikastçinin kaderini izlemesi filmi western atmosferi içinde geçen, bir psikodramaya dönüştürür. Son yirmi yılın en önemli yönetmenlerinden Lars Von Trier insan karakterinin kaotik yapısını, güvenilmezliğini, değişkenliğini teatral bir dekor içinde anlattığı ‘Dogville’ ile sinema tarihinin en ayrıksı filmlerinden birisine imza atar.

Ve James Cameron… 2009’da Avatar ile muhteşem bir dönüş kutlar. Titanik sonrası on yıl kadar sessiz ve derinden giden yönetmen, hareket yakalama teknolojisini kusursuzlaştıran CGI tekniği ile emsalsiz bir 3D görüntü şöleni sunar. Tüm zamanların hasılat rekorlarını kıran film 2000’li yılların en sevilen teması olan insanoğlunun acımasızlığını, sömürgeci çıkarları için her şeyi yakıp yıkabileceğini fantastik bir öykü içinde anlatır.

Evet 2000’li yılların en çarpıcı filmleri genelde insanın kontrolsüz şiddetini konu aldı; Brezilyalı yönetmen Fernando Meirelles’de ‘Tanrı Kent’ ile ülkesinin varoşlarında yaşanan savaşı, belgesele yakın bir anlatım ile gösterir. İngiliz Paul Greengrass ise Berlin’de Altın Ayı kazanan ‘Kanlı Pazar’da İngiliz polisinin yürüyüş yapan sivil İrlandalılara uyguladığı katliamı konu aldı. Aynı Greenrass ünlü Bourne serisinde yaptığı ‘Medusa Darbesi’ ve ‘Son Ültimatom’ ile birinci sınıf iki aksiyona da imza atarak, son on yılın çıkış yapan yönetmenleri arasında üst sıralarda yerini aldı. Politik sinemanın en sıkı örneklerinden birisi de 2008 Cannes’da Altın Kamera ödülü alan ‘Açlık’ oldu. Genç yönetmen Steve Mc Queen ilk uzun metrajında IRA’nın önderlerinden Bobby Sand’ın 1981 yılında Long Kesh hapishanesinde, kendisiyle birlikte dokuz kişinin ölümüne yol açan açlık grevini anlatıyor. Film sistemin hapishanede uyguladığı düzenli şiddeti, Sand’ın açlık grevinde her geçen gün erimesi, vücudunda açılan yaralar, bilincini yitirmesini unutulmayacak kareler ile yansıtır. Sabit bir kamera açısından verilen direnişçi ve rahip arasında 23 dakika süren tartışma tüm direnişin özünü söze dökerken, bedensel direnişin de intihardan olan farkını ortaya koyar.

Mulholland Çıkmazı
iki binli yılların üzerinde en fazla konuşulan, farklı yorumlanan filmi olur. Sinema dünyasının anlaşılması en zor yönetmenlerinden olan David Lynch seyircisine bir kez daha birleştirmesi için bir ‘puzzle’ sunar. Başrol oyuncusu Naomi Watts’ın söylediği gibi ‘seyircinin yanında eve götüreceği’ bir filmdir. Filmde Hollywood rüyasını, gerçek ve kabus arasında bir meddi cezir’e dönüştüren Lynch, Film Noir sınırlarında yürümeyi de ihmal etmez. Bir trafik kazası sonrası geçmişi anımsamayan Rita ile neşeli, fıkır fıkır, artist olma hayalleri kuran Betty şehvet ve tutku dolu ilişkilerinde, yavaş yavaş birbirlerine dönüşmeye başlar. Bu dönüşümün gerçekte zihinde yaşanan bir rüya olduğunu, gerçekte birisinin diğeri gibi olmak arzusu olduğunu, onu cinsel olarak da arzuladığını içerdiğini anlıyoruz. Film Hollywood rüyasının baştan sona kayıtlı olduğunu gerçekte her şeyin kirli eller tarafından yönetildiğini yan kısa hikayeler ve karakterler ile anlatır. Öykü filmin başlangıcındaki Mulholland Çıkmazı levhasından sonra, kıvrılıp giden yol gibi, karanlığa doğru seyrederken seyirciye de yorumlamak düşüyor.

2007’de Yabancı Film Oscar’ını kazanan Başkalarının Hayatı, Berlin Duvarının yıkılmasından önce, Doğu Almanya sosyalist partisinin sanatçılar, entelektüeller üzerindeki baskısını konu alan bir öyküyü anlatır. İstihbarat teşkilatında izleme ve dinleme görevlerinde uzmanlaşmış, gizli polis Gerd Wiesler (Ulrich Mühe) bir grup sanatçıyı dinleyerek sistem aleyhine faaliyetleri hakkında kanıt toplamaya çalışır. Gördükleri, duydukları kendi yaşamı, parti politikası üzerine olan inancını ciddi şekilde sarsar. Özgür düşüncenin insan bedeninden uzaklaştırılamayacak kadar bir parçası olduğunu kavramaya başlar. Ulrich’in çizdiği görevine sadık polis portresi tüm zamanların en başarılı oyunculuk performanslarından birisi olur. Oyuncu filmden kısa bir süre sonra yaşamını kaybeder. Yönetmen Donnersmarck ise ilk uzun metrajında harikalar yaratır ve Hollywood’a transfer olur.

Richard Kelly, Karanlık Yolculuk-Danny Darko ile en iyi ilk film yapan yönetmenler arasına adını yazdırır. Senaryosunu da kendi yazan Kelly, zaman içinde yolculuk kavramı gibi fantastik bir temayı gerilim dolu bir öykü ile harmanlar. Uyurgezer, şizofren bir ergenin karanlık dünyasını, tutucu kasaba yaşamına yapıştıran Kelly, yarattığı gizemli atmosfere kuantum fiziği gibi ilginç bir kavramı eklerken, gelecek ve geçmiş arasındaki ilişkiyi sorgular. Geniş bir seyirci kitlesine ulaşamayan film, kulaktan kulağa yayılarak zamanla bir kült filme dönüşür. Katıldığı birçok festivalden ödülle dönen filmde, Darko’yu oynayan Jack Gyllenhaal daha deneyimsiz bir oyuncu olarak başarılı performansı ile dikkat çeker. Son on yıla hakim karanlık filmler arasında Bir Rüya İçin Ağıt, uyuşturucu alışkanlığı, yalnızlık ve TV bağımlılığı üzerine birbirine paralel çarpıcı yaşam öyküleri anlatır. Brooklyln’den bağımlıkların yıktığı dört yaşamın üzücü yaşamlarını tanıtır. 2008’de Güreşçi ile sıkı bir çıkış yapan Darren Aronofsky’nin en başarılı filmlerinden olur. Diğer karanlık bir öykü ise Batman-Gece Şövalyesi tüm zamanların en başarılı çizgi roman uyarlaması olarak anılır. Çekimler sonrası yaşamını kaybeden Heath Ledger’in canlandırdığı Joker karakteri Oscar ile ödüllendirilir. Yönetmen Nolan yönettiği ikinci Batman ile seriye yeni bir ruh kazandırdığını kanıtlar. Rus yönetmen Andrei Zvyagintsev, Dönüş ile çok başarılı bir ilk film gerçekleştirir. Yıllar sonra geri dönen bir baba ve oğulları arasındaki ilişkiyi anlatan öykü, unutulmayacak bir final ile sonlanır.

Amelie ise bu karanlık dönemin en renkli ve umut dolu filmi olur. İyi kalpli Amelie başkalarını mutlu etmek için çırpınır durur. Son Umut ise artık insanın üreyemediği bir dünyadan distopik ve karamsar mesajlar gönderir. Gerçekçi yapısı ile son yılların en başarılı bilim kurgusu olur. Neill Bloomkamp ise Yasak Bölge 9‘da uzaylılara yeni bakış açısı getirir, dünyada mülteci muamelesi gören itilip, kakılan yaratıklar olarak insanların şiddetine maruz kalırlar. Güney Kore Sinemasının son yaratıcı yönetmeni Bong Jon-Ho ise Yaratık ile bu türe yeni bir soluk kazandırır. Sudan çıkan bir yaratık çevresinde insan ilişkileri tartışılır. Mizahi bakışı hiç kaybetmeyen bir yaratık filmine çok sık rastlanılmaz.

2000’de Cannes Altın Kamera ödülü kazanan Bahman Ghomadi’nin Persçe-Kürtçe filmi Sarhoş Atlar Zamanı, yoksulluk ve çaresizlik üzerine insanın içini acıtan kareler sunar. Görselliğin ön planda olduğu öykü Ghomadi’nin kendi toprakları olan İran yakınlarındaki Bane köyünde çekilir.

Kan Dökülecek’de toz toprak içinde bir petrolcü köyünde geçer. Ama bu kez yönetmen Paul Thomas Anderson Amerika’nın temelini oluşturan sömürgeci ruhun bir insan bedeninde nasıl acımasızlığa dönüşebileceğini, insani değerlerini nasıl kaybedebileceğini, sermaye-din iş birliğini epik bir öykü ile anlatır. Daniel Day-Lewis’e ikinci Oscar’ını kazandıran performansının bilhassa son yarım saatlik bölümü inanılmaz bir oyunculuk dersidir. Ken Loach üretken bir yönetmendir. Son on yılda toplam beş film yapan usta İngiliz bilhassa Afili Delikanlı ile dikkat çekti. İngiliz varoşlarından kopup gelen gerçekçi bu öyküde sinemasının tüm nüvelerini bulmak mümkün; umut, çaresizlik, sevgi, pes etmemek. Pedro Almadovar son on yılı sinemasına yeni bir bakış açısı, yeni bir renk kazandıramadığı için çok formda geçiren yönetmenler arasında sayılamaz. Fakat Onunla Konuş Almadovar’ın sinemasının tüm renklerini, ahengini taşıyan bir film oldu. Almadovar’ın çok farklı işler yapmasını da istiyor muyuz? 

PAUL NEWMAN

ASİ,  MAVİ GÖZLER ARTIK BAKMIYOR...

Radikal ve muhalif kişiliği ile de tanınan aktör altmışlı yıllardan itibaren bir çok vatandaş hak ve özgürlüğü hareketine bizzat ve maddi yardım ile katıldı.
Sinema dünyası mavi gözlü, asi oyuncusunu Paul Newman’ı kaybetti. Delici mavi gözlerine yakışan romantik roller yerine isyankar, sisteme başkaldıran, özgür ve kırılgan karakterler onun tercihi oldu. 1925 yılında Cleveland yakınında Shaker Heights’da doğan Newman, genç yaşta babasını kaybeder.


İlk oyunculuk deneyimlerini annesinin ısrarlarıyla kaydolduğu Cleveland çocuk tiyatrosunda kazanır. 1943’te gönüllü olarak katıldığı İkinci Dünya Savaşı’nda çok istediği halde renk körlüğü nedeniyle pilot olamaz. Pasifik’te bir uçak gemisinde üç yıl boyunca muhaberat askeri olarak görev alır.

1947’de savaş dönüşü oyuncu Jacqueline Witte ile tanışır. İki yılın sonunda evlenirler. Babasından kalan spor malzemesi dükkanı genç çiftin ekmek teknesi olur.

Paul, içinde kıvılcımlanan oyunculuk dürtüsüne çok direnç gösteremez ve dükkanı devrederek New York’ta Yale Drama Okulu’na yazılır. Efsanevi oyuncu, eğitmeni Lee Strasberg ile yaptığı bir mülakat sonrasında Actors Studio’ya kabul edilir. Rod Steiger, Eli Wallach, Geraldine Page dönem arkadaşları olur. TV programları, dizileri ve Broadway anlaşmaları ile hayatını kazanmaya başlar.

Sonraki elli yılını paylaşacağı Jeanne Woodward ile küçük roller oynadıkları bu Broadway yıllarında tanışır.

‘Picnic’ adlı oyunda dikkati çeker ve Warner Brothers ile ilk film anlaşmasını yapar. 1955’te sonraki yıllarda performansından çok utandığını söyleyeceği ilk filmi ‘The Silver Chalice’de Yunanlı bir esiri canlandırır. Bu ara James Dean ile Elia kazan’ın yöneteceği ‘East Of Eden’ filminin provalarına katılır fakat Aron rolünü alamaz.

1956’da ‘Somebody Up There Likes Me - Yukarıda Biri’de canlandırdığı boksör Rocky Graziano onun büyük çıkışı olur. Bu asi, yakışıklı Marlon Brando ile kıyaslanır ve yeni bir starın doğuşundan bahsedilmeye başlanır.

1958’de Elisabeth Taylor karşısında Brick karakteri ile başrolü paylaştığı ‘The Cat on a Hot Tin Roof - Kızgın Damdaki Kedi’ Oscar’a aralarında en iyi erkek oyuncu olmak üzere altı dalda aday olur. O sansürlü yıllar için oldukça cesur bir roldür Brick. Alkolik, karısı Maggie’e karşı ilgisiz, artık yaşamayan arkadaşı Skipper ile tam tanımlanamayan bir ilişkisi vardır. Homoseksüalite üzerine göndermeler içeren Tennesse Williams’ın tiyatro eseri Mc Carthy yılları için zamanının önünde bir film olur. Aynı yıl Jeanne Woodward ile ikinci evliliğini yapar. 1960’da Otto Preminger yönetiminde ‘Exodus’da Yahudilerin Filistin topraklarına göçü tarihi gerçeklere dayanılarak anlatılır. Newman, Ari Ben Canaan rolünü oynar. 1961’de ‘The Hustler - Bilardocu’ da Eddie Falson adlı genç ve hırslı bir bilardocuyu canlandırır. 1986’da bu filmin devamı sayılabilecek ‘The Colour of the Money - Paranın Rengi’nde bu kez canlandırdığı yaşlı Eddie Falson ile En iyi Erkek Oyuncu Oscar’nı kazanır. İlk filmdeki kendisinin canlandırdığı genç bilardocuyu bu kez Tom Cruise oynar. 33 yaşından itibaren dokuz kez aday gösterildiği bu ödülü onuncusunda yani 61 yaşında kazanır.

Her zaman birinci sınıf yönetmenler ile çevirdiği başarılı ve Oscar adayı filmler oyunculuk performansını hep yukarı taşıdı. 1963’te Martin Ritt yönetiminde ‘Hud’, 1966’da Alfred Hitchcock ile ‘Torn Curtain’, 1966’da yine Ritt ile ‘Hombre’, 1967’de Stuart Rosenberg ile ‘Cool Hand Luke - Parmaklıklar Arkasında’ filmlerini çevirir. Tüm bu filmlerde sistemin çarpıklığına karşı inatla duran dürüst, yılmayan, mesafeli fakat özde samimi karakterleri canlandırır. Kaybetse de bir kahramandır. Bu karakter yapısı onunla ismiyle özdeşleşmiştir artık.

Onun ününe ün katan iki filmi özellikle belirtmek gerekiyor. Bunlar Robert Redford ve yönetmen George Roy Hill ile çevirdiği ‘Butch Cassidy and Sundance Kid - Sonsuz Ölüm’ (1969) ve ‘The Sting – ‘Belalılar’ (1974) olur. 1800’lü yılların sonunda Butch Cassidy (Paul Newman) ve Sundance Kid (Robet Redford) bir çok banka soygunundan sonra peşlerindeki kelle avcılarından kurtulmak için Vahşi Batı’dan Bolivya’ya kaçarlar. Burada da rahat durmayan iki kafadarın peşine sonunda Bolivya ordusu düşer. Bilhassa unutulmaz finaline her iki oyuncunun unutulmaz performansı ve karizması eklenince akıllara kazınan bir western olur ‘Sonsuz Ölüm’. Aynı yıl gösterime giren Sam Peckinpach‘ın aşırı sert westerni ‘The Wild Bunch - Vahşi Belde’si karşısında komik ve iyimser atmosferi ile daha fazla beğenilir. Film dört Oscar yanında toplam on yedi ödül kazanır.

Üçlünün 1974 yılında gösterime giren ‘The Sting - Belalılar’da iki sahtekar arkadaşın bir Mafya patronunu tuzağa düşürmesini sürpriz bir finalle anlatır. O yıl toplam yedi Oscar kazanan film aynı zamanda Newman – Redford – Hill arasındaki dostluğun bir nişanesi olur. Newman yönetmen Hill için ‘Onu Robert ile her zaman yönlendirmeye çalışır istediğimizi yaptırmaya çalışırdık, hayır demezdi, fakat sonunda bir bakardık ki onun dediği olmuş, o mükemmeldi’.

Son dönemlerinde artık saçlarına ak düştükten sonra bile eski/yeni jenerasyon iyi yönetmenler ile çalışmaya devam eder. Sidney Lumet ‘The Verdict’ (1982), Robert Benton ile ‘Nobody’s Fool’ (1994) ve ‘The Twilight’ (1998), Coen Kardeşler ile ‘The Hudsucker Proxy - Bir Şirket Komedisi’ (1994) , Sam Mendes ‘The Perdition Road - Azap Yolu’ (2002) bunların arasında en dikkat çekenleri olur.

Newman’ın hayatında en büyük tutkusu otomobil yarışları oldu. 47 yaşında oto yarışlarına başlayan aktör 54 yaşında Rolf Stommelen ile 24 Saat Manş yarışında Porche ile ikinci olur. Sonraki yıllarında yarışcılığını sürdüren aktör 1983’te Carl Haas ile Champ - Camp yarış ekibini kurar. Sonraki yıllarda bu ekiple birçok önemli şampiyonluk kazanan Newman, 80 yaşında bile yarışlara katılmayı sürdürür.

Radikal ve muhalif kişiliği ile de tanınan aktör altmışlı yıllardan itibaren bir çok vatandaş hak ve özgürlüğü hareketine bizzat ve maddi yardım ile katılır.

Nixon’ın ünlü düşman listesinin 19. sırasında olmaktan her zaman gurur duyduğunu söyleyen Newman, ağız tadını ve yemek merakını Newman’s Own markası olarak gıda sanayine yansıtır ve buradan kazandıklarından yaklaşık 200 milyon doları kanserli çocuklara yardım eden derneklere bağışlar.

Sıkı bir sigara tiryakisi olan Newman akciğer kanserine yenik düşerken mavi derin gözleri ve yaptıkları ile her zaman hatırlanacaktır.

FRANCIS FORD COPPOLA


DESTANSI FİLMLERİN YÖNETMENİ 


Bazı filmler yönetmenlerinin adıyla da özdeşleşir. Sinemayı eğlenceden öte görmeyen ortalama seyirci bile bu filmler vasıtasıyla yönetmenlerini tanır.  Jaws ve Steven Spielberg , Yıldız Savaşları ve George Lucas örneklerinde olduğu gibi….Baba ve Coppola  da birbirlerini çağrıştıran film/yönetmen eşleşmelerinin başında gelir. Bir yönetmenin geniş kitleler tarafından tanınması şüphesiz filmin gişe başarısına bağlıdır. Francis Ford Coppola  genç yaşta Baba üçlemesi ile sinema da  kazanılacak her şeyi kazanırken, Amerikan Sinema Akademisi de  dizinin ilk filmini tüm zamanların en iyi 100 filmi arasında ikinci sırada gösteriyordu. Coppola’nın yönetmen olarak başarısı bir gangster filmini türünün bilinen klişeleri içine hapsetmeden karakterleriyle , müziğiyle , entrikasıyla destansı soylu bir anlatıma dönüştürmesinden kaynaklanıyordu. Bu anlatım tarzı Coppola ‘nın kanında var olan bir hücre  bir gen adeta. Babasının klasik müzik bestecisi ve orkestra şefi annesinin ise bir aktris olmasının getirdiği genetik bir özelliktir belki . Baba Carmine daha sonraları oğlunun  bir çok filminin müziğini yapar veya yapılmasına yardımcı olur. UCLA Üniversitesinin Sinema bölümünde eğitim gördükten sonra ilk filmlerini amatör olarak yapar daha sonraları yönetmen Roger Corman’ın yanında çalışmaya başlar. Kısa zamanda film bitirmesiyle tanınan Corman’ın yanında pratiğini arttıran Coppola onun yardımıyla da ilk uzun metrajını Dementia 13 çeker. Bu arada senaryo çalışmalarında  İs Paris Burning ? , Patton gibi birinci sınıf filmlere katkıda bulunur. 1966 yılından başlayarak çektiği ve gişede fazla ilgi görmeyen You’re a Big Boy , The Rain People , Finian’s Rainbow  onun genç yetenekler arasında yer almasına yol açar. Büyük bir proje için beklentisi Paramount Şirketinden Albert Ruddy’nin kendisini aramasıyla gerçekleşir. Ruddy , Mario Puzo’nun The Godfather romanının sinemaya uyarlanmasında kendisine yönetmenliği teklif eder. Mario Puzo  senaryoyu da kaleme alırken Marlon Brando’yu Don Corleone rolü için düşünmüştür. Sayısız telefon konuşmasından sonra Brando’yu ikna etmeyi başarır. Puzo daha sonra Coppola ile senaryoyu bir kez daha baştan elden geçirir. Coppola otuzlu yaşlarında senaryosunu yazdığı, yönettiği The Godfather-Baba ile sadece kendini kanıtlamakla kalmadı Brando dışındaki genç Al Pacino, Robert Duvall, James Caan, Diana Keaton oyuncuların da yıldız mertebesine yükselmesine yardımcı olur. Coppola o yıllarda düşüş yaşamakta olan klasik gangster türüne destansı bir anlatım , epik bir atmosfer vermeyi başarır. Coppola bir söyleşisinde çekimlerden önce Baba’yı kral ve oğulları gibi düşündüğünü söyler. Öyle de gerçekleştirir. Bir mafya filminde aileyi ön plana taşırken bireyleri arasındaki iç dinamiği müthiş yansıtır. Aralarında bağlılık ,  dürüstlük , hiyerarşi, işlerinde sarsılmaz bir sistem vardır. Mafya eylemleri onların işidir ;  bu konuda olabildiğince etik ve disiplinli davranırlar örneğin ahlaken sakıncalı gördükleri için uyuşturucu işine girmezler. Bir şekilde Amerikan Rüyası’nın bir parçasıdırlar. İyi yaptıkları bir işte başarılı olup iktidarı ele geçirmişlerdir.  Filmin ‘Amerika’ya inanıyorum’ repliğiyle başlaması , Michael Corleone’nin(Al Pacino) 2.Dünya Savaşından yeni geri dönmesi toplumsal aidiyeti göstermesi açısından tesadüf değildir. Coppola klasik bir mafya-polis mücadelesi yerine seyirciyi Corleone ailesinin dünyasına sokup özdeşleşeceği kahramanı da bu çevreden seçmesini mecbur kılar. Bu Puzo’nun ‘karakterleri iyi adamlar olarak yazdım’ demesini haklı çıkartan bir yaklaşımdır. Aslında Baba karakterden çok Don adıyla tanımlanan koltuktaki liderin öyküsüdür. Bu makam bir dokunulmazlığın bir iktidarın sembolü olarak üçlemenin her birinde baş roldedir. Film 1972 yılında en iyi film, Brando en iyi aktör Coppola ise en iyi uyarlama senaryo Oscar ödülünü kazanıyordu. 
Tarihin en başarılı devam filmi olarak gösterilen ‘Baba 2-The Godfather 2’ Coppola’nın ününü perçinliyordu. Bu kez Coppola baba Vito Corleone ‘nin gençlik ve yükselişini, oğul Michael Corleone’nin yükseliş ve düşüşünü birbirine paralel iki öykü olarak anlatır. Film yirmili yılların New York’u ve ellili yılların Vegas’ı arasında sıçrayarak geçer. Michael ( Pacino) aile içinde ortaya çıkan çatlaklar , politik baskılar , Küba’daki karanlık işler arasında düşüşe geçmiş bir liderdir.  Mafya ailesi olmanın çok da imrenilecek bir yanı yoktur artık. 1974 Oscar ödüllerinde yine en iyi film ve bu kez en iyi yönetmen dalında kazanır. Üçüncü ve son bölüm 1990 yılında gerçekleşir. Artık yaşlanmış Michael Corleone gençleri suçtan ve mafya gibi organizasyonlardan uzak tutmaya çalışmaktadır. Bu arada Vatikan ile olan maddi bağları ve yeğeni Vinnie (Andy Garcia)  ile kızı Mary’nin (Sophie Coppola) gönül ilişkisi gibi sorunları vardır. Üçüncüyü en unutulmaz kılan final bölümündeki  cinayet ve opera müziğini üst üste bindiren dramatik sekanstır. Coppola üçlemeyi bir hayranı olduğu opera dramasında bitirir.
1975 yılında çektiği Konuşma_The Conversation küçük bir baş yapıt olarak tarihe geçer. Gene Hackman’ın mükemmel performansıyla o yıllar için bilinmeyen bir gerçek olan iletişim ve başkalarını dinleme alanındaki ürkütücü gelişmeleri perdeye taşır. Aynı yıl  Watergate Skandalının patlamasıyla film gerçek yaşamdaki irdelemesini yaşar.Hackman’ın içine düştüğü paranoyayı Antonioni filmlerini anımsatan tekinsiz ve yalnız bir atmosferde yansıtır Coppola.
 Baba üçlemesinin ilk ikisinin başarısından başı dönmüş olarak mega projelere  yönelir. Hayal ettiği her şeyin aynı başarıyı tekrarlamasını bekler. Vietnam filmleri arasında  özel bir yere sahip  ‘Apocalypse Now-Kıyamet’ yaşamında gerçekleştirdiği en stresli , en çılgın proje olur. 12 milyon dolar bütçe çerçevesinde hazırlanan proje 3o milyona  , yönetmenin üç yılına , gişede büyük bir başarısızlığa mal olur. Filipinler’de 34 ay süren çekimler sonrasında yaklaşık 500 kilometre film materyali ile ülkesine döner. Bu arada çekimler esnasında tayfun , sıtma ve uyuşturucu gibi bir çok sorunla mücadele etmiştir. Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği romanından esinlenerek Vietnam’a uyarladığı bir  kendini arayış, yeniden doğuş öyküsüdür. Savaşın ruhen yıktığı Yüzbaşı Willard birliğiyle Kamboçya’ya geçip vahşi bir kabilenin başına geçmiş Albay Kuntz’u bulup yok etmekle görevlendirilir. Gerilim dolu nehir yolculuğu albayın gizemli yaşantısını sürdürdüğü yere ulaştırır. Seyircinin özdeşleşebileceği kahraman barındırmayan, katıksız bir savaş karşıtı olan film müzik ve görüntülerinin uyumuyla yer yer bir operayı andırır.
Coppola’nın sonraki projeleri büyük başarılardan uzak kaldı. Sonraki iki müzikal filmi ‘One From Heart’ ve ‘Cotton Club’ eleştirmenlerin olumlu yaklaşımlarına rağmen seyircinin içini ısıtmaktan uzak kaldılar.1983 ve 84 yıllarında yaptığı iki gençlik filmi ‘Dışardakiler-Outsiders’ ve ‘Siyam Balığı- Rumble Fish’ yine bir öncekiler ile aynı kaderi paylaştılar. Siyah beyaz çektiği Siyam Balığı varoluşçu felsefesi ve gelecekte her biri yıldız olacak oyuncularının varlığıyla   çok geçmeden bir kült filme dönüşür.
Peggy Sue Evleniyor(1986)  High School romantizmini fantastik unsurlar ile harmanlayan daha çok Kathleen Turner’ın karizmasından destek alan bir film olarak fazla dikkat çekmez. Tucker (1987) ise hayallerinin peşinden giden ve en iyi otomobili yapmaya hayatını adayan sonunda sistemin kurbanı olan Preston Tucker’ın gerçek yaşam öyküsünü anlatırken Coppola kendisiyle paralellik çizen bir karakteri resmediyordu. Her iki filmde Coppola’dan beklenenlerin uzağına düşen küçük ölçekli filmler olarak kalır.
1990 da Baba’nın üçüncü ve son bölümüyle silkelenen usta yönetmen 1992 de şanına uyan bir Dracula filmiyle yine klasını gösterir. Bram Stoker’s Dracula yazarın orijinal eserinden uyarlanan; set tasarımı , efektleri ,makyaj çalışmasıyla çarpıcı bir gösteriye dönüşmüş ürkütücü , erotik , modern bir vampir filmi olarak yönetmenin sinematografisine kazınır.
Sonraki yıllarda sinemanın  hep içinde kalan yönetmen yönettiği ‘Yağmurcu-The Rainmaker’ ve’ Jack’ dışında ‘Jeepers Creepers’ , ‘Kinsey’ , ‘Lost in Translation’ gibi filmlerin prodüksiyonunda yer alır. Yazdığı ve yönettiği  ‘Youth Without Youth’ oldukça iyi eleştiriler ile karşılandı. Tüm yapımcılık çalışmalarını1968 de kurduğu prodüksiyon şirketi American Zoetrope çatısı altında sürdüren Coppola geçmişin başyapıtlarını da hiçbir ticari menfaat beklemeden tekrar eşeleyerek gün ışığına çıkartıyor. Örneğin sessiz sinemanın başyapıtlarından olan Napoleon (1927) veya Kurasawa’nın Kagemusha’sının tekrar gösterime girmesini sağlar ve  Amerika dağıtımını üstlenir.
Belki her zaman başarılı olamadı fakat her zaman hayallerinin peşinde koşmaktan vazgeçmedi. Amerikan sinemasının yetiştirdiği en sıra dışı  simalardan  birisi Coppola. Sinema onun yaşam şekli oldu ve olmaya devam edecek.                        

MICHAELANGELO ANTONIONI

SESSİZLİĞİN VE BOŞLUĞUN MİMARI


Michalengolo Antonioni’nun ölümü ile sinemanın biçimsel dogmalarını yıkan, kalıplaşmış tekniklerinin dışına çıkan, yenilikçi bir yönetmeni kaybettik. Aynı yirmi dört saat içine kendisinden binlerce kilometre uzakta, İsveç’in küçük bir adasındaSanatın popüler klişelerini her zaman reddetti. “Sinema okullarında öğretilen ve değer taşıyan bir çok kuralın ne kadar geçersiz olduğunu kanıtlamak için çekim yaptığım çok gün oldu” diyen Antonioni en fazla problemli entellektüelleri, zenginleri anlattı.

Luis Buñuel


GERÇEKÜSTÜNÜN GİZEMLİ ÇEKİCİLİĞİ 

Sinemanın peygamberlerinin sayısı azdır. Bunların içinde İspanyalı Bunuel’den daha güçlüsü yoktur’. Luis Bunuel için söylenmiş bu övücü sözün sahibi İngiliz yönetmen Tony Richardson’dır. Sinema peygamberi olmak için neler yapılır? Sadece film yönetmek böyle bir tanımlamanın içini doldurabilir mi? Tabi ki hayır, o düşünceleri, yaşam tarzı, taviz vermediği kuralları ile takdir edilen bir insan oldu. Onun ‘Bin dolara yapmayacağım bir filmi bir milyon dolara hiç yapmam’ sinema duruşunu en iyi tanımlayan tümcesi oldu. Dolu dolu geçmiş bir yaşamı şöyle bir anımsayalım.

Bunuel 1900’de Calanda’da doğar. Madrid Üniversitesinde önce Antomoloji (böcek bilim), sonra tarih ve felsefe okudu. Zengin bir aileye ait olmanın rahatlığıyla gençlik yıllarını maddi sorun yaşamadan geçirdi. Üniversite öncesi gönderildiği Cizvit okulu onun ileri yıllarda din karşıtı, ateist bir insan olmasının en büyük nedeni olur.

Madrid yıllarında ünlü sanatçılar arasına girdi. Bunların içinde onu gelecekte çok etkileyecek Salvatore Dali ve şair Federico Garcia Lorca gibi sanatçılar da vardır. Onlarla olan dostluğu onun sonsuz düşler dünyasını daha bir canlandırıyordu. Otobiyografik kitabı ‘Son Nefesim’de düşler için şöyle der: ’Eğer bana yirmi yıllık ömrün kaldı, bu günlerin her birinin yirmi dört saatinde ne yapmayı istersin diye sorulsaydı şöyle yanıtlardım: Bana gerçek yaşamdan iki, düşlerden de yeniden anımsayabilmem koşuluyla yirmi iki saat verin… Çünkü düş ancak kendini besleyen bellekle yaşar’. Öğrenim sonrası gittiği Paris, özgürlüğü ve cüretkarlığı ile onu şaşırtır. O günlerde gerçeküstücülük akımı en deli, en yaratıcı günlerini yaşıyordu. Andre Breton, Max Ernst gibi sanatçıların önderliğinde kendini bir sanat akımından çok devrimci bir hareket olarak görüyordu. Eskimiş olan tüm değerleri toptan reddederken bilincin ortaya koyduğu tüm engelleri kaldırmak için Freud yöntemleri ile şiir ve resmi bir araç olarak kullanan gerçeküstücüler zaman zaman alay etme, rezalet çıkarma, adam dövme gibi eylemler ile toplum karşısına çıkıyorlardı. Nesnel gerçekliği yıkmak için gerçeküstücü nesneler yaratılıyordu. Sınırları yıkmak isteyen bu akımın zamanla eski sanat eserlerine yenilerini katmak dışı bir işlevi olmadığı anlaşıldı. Bunuel de gerçeküstü akımından yola çıkmasına karşın sosyal konuları tüm doğallığı içinde işleyen, din ve kiliseyi yeren bir çok film yaptı.
ENDÜLÜS KÖPEĞİ ve ALTIN ÇAĞ1929’da kendisinin ve Dali’nin bir rüyasından yola çıkarak çevirdiği sessiz ve siyah-beyaz ‘Endülüs Köpeği-Un Chien Andalou’ gerçeküstü akımın ilk sinema ürünü olur. Bunuel rüyasında ayı kesen ince uzun bir bulut ve gözü yaran bir ustura, Dali ise karıncalar ile dolu bir el görür. Bu iki rüyadan yola çıkarak bir haftadan kısa sürede yazılan senaryoda temel kural psikolojik, kültürel ve mantıksal hiçbir açıklamaya meydan bırakmayacak bilinç dışı, şaşırtıcı her düşünce ve görüntüye açık olmak. Film muhafazakar kesimden gördüğü tepkilere, tehditlere rağmen umulmadık bir başarı kazanır. Her şeye rağmen film yasaklanmaz ve sekiz ay süre ile afişte kalır.

Bunuel’in ikinci filmi olan ‘Altın Çağ-L’Age D’Or’ daha büyük tepkilere yol açar. Sesli olarak çevrilen filmde gerçeküstü temalara müzik ve sözün desteğinin sağlanması filmin gücünü arttırır. Bu kez senaryo aşamasında Dali ile yolları ayrılır. Tema olarak olayların ters akışı sonucu bir türlü birleşemeyen genç bir erkek ve kadının hikayesini anlatır. Gerçeküstücülük akımının kurallarına sadık kalarak geleneklere, kiliseye, uygarlığa tüm gücüyle saldıran bir film olur. Sağ basın ve sağcı gençlik örgütleri filmin gösterildiği sinemayı yağmalar, perdeye bomba bile atılır. Bir hafta sonra film emniyet tarafından kamu düzenini korumak adına yasaklanır. Tüm kopyaları yok edilir. Bu yasak yaklaşık elli yıl sürdükten sonra 1980’de New York’ta tekrar gösterilir. Filmin bugün birisi Paris ve diğeri Londra olmak üzere sadece iki kopyası mevcuttur. Kopan tüm bu gürültüler Hollywood’un dikkatini Bunuel üzerine toplar.

Gerçeküstücülüğün en çoşkulu dönemleri üç yıldan biraz fazla sürer. Bunuel bu dönemi sonraki yıllarında ‘Bilince, aykırılığa, anlaşılmazlığa ve iç benliğimizden gelen tüm eğilimlere bir çağrıydı. Öyle bir çağrı ki, ilk kez böylesine güç ve cesaretle her yerde yankılar uyandırıyordu. Bize kötü görünen her şeye karşı verdiğimiz mücadelede az rastlanır bir karşı çıkış, güçlü bir direnmeyle varlığını sürdürüyor ve bir oyun tadı veriyordu’ sözleriyle tanımlar. Bu dönem onun içinde varlığını tüm yaşamı boyunca sürdürür ve her filmde kendisini hissettirir.

Hollywood kurallarının kendisiyle uyuşmayacağını düşünen Bunuel MGM stüdyolarının film teklifini kabul etmez. MGM onu kazanmaya kararlıdır. Danışman olarak iyi bir ücret karşılığı stüdyolarda incelemeler yapması için onunla altı aylığına anlaşır. Üç ay sonunda hesaplarını kapatır ve Paris’e geri döner. Dönüş sonrası gerçeküstücüler ile bağlarını koparır ve bağımsızlığı seçer. İspanya’daki Les Hurdes adlı dağlık bölge üzerine okuduğu bir araştırma kitabı ilgisini çeker ve içinde belgesel bir film çekme isteği uyanır. Ramon Acin adında eski bir anarşistin piyangodan kazanıp kendisine bu belgesel için verdiği yirmi bin peseta ile Les Hurdes dağlarında bir ay süre ile Ekmeksiz Topraklar’ı çekti. Bazı köylerinde ekmeğin bile olmadığı bu yoksul topraklardan çok etkilendi, filmin kurgusunu bir yemek masası üzerinde tek başına, beş parasız yaptı. Film bir nevi taş devri yaşayan vatandaşlarını gösterip İspanya’yı küçük düşürdüğü iddiası ile hükümet tarafından yasaklanır.

MEKSİKA YILLARI

İspanya İç Savaşı sonunda çeşitli sınıflardan gelen pek çok Cumhuriyetçi İspanyol gibi Bunuel de kendisine sürgün yeri olarak Meksika’yı seçer. 1946-1964 yılları arasında çevirdiği otuz iki filmin yirmisini Meksika’da gerçekleştirir. Bunlar kısıtlı bütçeler, 18 ile 24 gün gibi kısa sürelerde çekilen filmler olur. Bunuel tüm kariyeri boyunca hızlı çalışan, önceden tüm filmi kare kare düşünmüş bir yönetmen oldu. Kurgu için ise üç, dört gün ona hep yetti. On beş yıl gibi uzun bir aradan sonra yapımcı Oscar Daneigers ile yaptığı ilk film şarkılı, tangolu ‘Gran Casino’ olur.

Bunu yine ticari bir film olan ‘El Gran Cavalero’ izler. Sonrasında çevirdiği Los Olvidados-Unutulmuşlar bir kez daha Bunuel’in filmleri üzerine olan tartışmaları alevlendirir. Yoksul bir ortamın ortasında doğmuş bir çocuk çetesinin birbirleri ve çevreleri ile olan savaşını anlatan film acıları ve toplumsal sorunları şiirsel bir uslup içinde anlatıyordu. Filmin Meksika’yı küçük düşürdüğü iddia edildi. Bunuel’e yöneltilen sert tepkiler Cannes’da filmin kazandığı en iyi yönetmen ve görüntü ödülleri sonrası kesilir. Film Meksika’da bir kez daha gösterime girer. Arkadan gelen ticari başarıyı hedefleyen ‘Sokak Kızı Suzanna-Susana la Perversa’, ‘Gökyüzüne Çıkış-Subida al Cielo’, ‘El-Cinnet’, ‘Vahşi Adam’ gibi filmler Bunuel’in yapmak istediği sinemanın sadece esintilerini taşır fakat sonuçta hepsi Meksika tipi filmler olur. Birçok sıradan ara filmden sonra İngiliz sermayesi ile Robinson Crusoe’u çeker. Öncesinde sadece ticari bir film gibi gözüken Crusoe her alanda büyük başarı kazanır. Eleştirmenler yalnızlığın insanın iç dünyasında yarattığı yıkımı ve gücüyle bunları aşabilmesini mükemmel aktaran Bunuel’i yere göğe sığdırmazlar. Emily Bronte’nin romanı ‘Tutku Uçurumu-Abismos de Passion’ yönetmenliğinin ilk yıllarından itibaren düşündüğü fakat yapımcı bulamadığı için çeviremediği bir projedir . Yirmi dört yıl sonra Daneigers’in teklifiyle eski heyecanını kaybetmiş olmasına karşın senaryoda önemli bir değişiklik yapmadan çeker. Aşkı, çılgın bir aşkı her şeyin üstünde tutan iki sevgiliyi anlatan öyküyü Bronte’nin ruhuna sadık, aşkı yücelten bir anlatımla perdeye yansıtır. Meksika yıllarının en önemli filmlerinden olan ‘Nazarin’ (1958) gördüğü ilgiye karşın çoğunlukla yanlış yorumlanmış bir film olarak tarihe geçer. Bir papaz, bir fahişe ve isterik bir kadın arasında geçen öyküde, papaz her iki kadını da doğru yolu bulmaları için tutkularından vazgeçirmeye çalışır. Film Katolik çevreler tarafından çok sevilir, övülür. Özünde Katolik dininin papazlardan temizlenip, gerçek hümanizmaya ve ateizme ulaşmasını hedefliyordu. ’Tanrı’ya şükür, Tanrıtanımazım’. Bunuel bu ünlü ironik deyişini dini bir öykü anlattığı çok filminde öyküye yedirerek, üstü kapalı –aynı ironik anlayış içinde- ancak iyi bir gözlemcinin ulaşabileceği bir sonuç olarak işledi.

1965’de çektiği ve bu yılki İstanbul Film Festivali’nde gösterilen ‘Simon Çöl Azizi-Simone del Desierto’ Suriye’de on dördüncü yüzyılda çölde bir sütun üzerinde kırk yıl dua etmiş, Tanrı’ya yalvarmış bir azizi anlatır. Finalde kendisini sürekli kandırmaya çalışan şeytanın peşine takılır ve New York’ta bir diskoda çılgınca eğlenir. Yapımcının parasının bitmesi sonucu sadece kırk iki dakika çekilen film bu haliyle bile Venedik’te beş ödül kazanır. Bu kadar ödülü başka hiçbir filmi kazanmaz. Meksika topraklarında çektiği son filmlerinden birisi olan ‘Ölüm Meleği-El Angel Exterminator’de (1962) çok sevdiği temalardan birisini işler: insanların çok istedikleri halde bir türlü gerçekleştiremedikleri arzuları. Bir grup insan tiyatro sonrası yemek için toplandıkları bir odadan bir türlü çıkamaz. Basit bir isteğin gerçekleşmemesinin anlaşılmazlığı. Bu temayı önceki ve sonraki filmlerinde farklı şekillerde işler. Burjuvazinin Gizli Çekiciliği’nde bir grup insan bir türlü yemek yiyemez, Arzunun Şu Karanlık Nesnesi’nde yaşlı adam çok istediği halde genç kız ile birlikte olamaz, Altın Çağ’da çok isteyen iki sevgili bir türlü sevişemez.
İSPANYA VE FRANSA YILLARI 1961 yılında Meksika’da yaşarken İspanya’dan gelen bir teklif üzerine Madrid’te ‘Viridiana’ı çeker. Meksika’da yaşayan sürgün İspanyol Cumhuriyetçilerin dönüşü nedeniyle kendisini hain ilan etmelerine karşın bu filmi yapar. Rahibe olmak isteyen genç bir kızla kötü niyetli amcasının hikayesini anlatan film hem Katolik kilisesi hem de Franco ve taraftarları tarafından lanetlendi. Film Cannes’da İspanya yapımı olarak Altın Palmiye kazanır. Film ülkesinde yasaklanırken İspanya adına yarışmasına izin veren sinema dairesi müdürü görevinden alınır.

1963 yılında Paris’te yapımcı Serge Silbermann ile tanışır ve ortak ilk filmleri baş rolde Jeanne Moreau’nun oynadığı ‘Bir Oda Hizmetçisinin Günlüğü-Journal d’une Femme de Chambre’ olur.Son dönem filmlerinin değişmez senaristi olan Jean Jacques Carriere ile de ilk filmi olur.1969 da uzun süredir tasarladığı Katolik dinindeki bağnazlık ve mezhep sapkınlıkları üzerine bir film olan ‘Samanyolu-La Voie Lactee’nu çeker. İsa’yı gülen, koşan, uyuyan normal bir insan gibi gösteren film bir kez daha ortalığı karıştırır. Nazarin filminden sonraki çelişkili tepkiler bir kez daha tekrarlanır. Filmin Katolik karşıtlığı veya taraftarlığı şeklindeki tartışmalar Bunuel’i hiç ilgilendirmez, o yansıttığı liberal düşüncelerden ve bağnazlık dünyasına yaptığı yolculuktan memnundur.

'Gündüz Güzeli-Belle du jour’(1966) sinemanın erotizmi en fazla hissettiren filmlerinden birisi olur. Film erotizmi Catherine Deneuve’ün gizemli güzelliği yanında gözükmeyen fakat sürekli hissedilen gizli bir şehvette hissettirir. Severine, cinsel fantezilerini gündüzleri Madame Anais’in randevu evinde yaşar. Genç kocası Pierre ile ruhsuz bir evlilik yaşar, hatta ayrı yataklarda yatarlar. Korkarak başladığı bu gizli yaşam bir süre sonra vazgeçemediği bir alışkanlığa dönüşür. Bir süre sonra bir müşterisi ile yaşadığı yakınlaşma onun istemediği bir olaylara sürükler. Bunuel’den beklenildiği gibi öyküye Severine’in şiddet yüklü mazoşist rüyaları serpiştirilmiştir. Gerçek ve düşün eşit ağırlıkta olduğu anlatım finalde de her ikisini de birleştirir. Açılış sahnesinde Severine’in mazoşist rüyasındaki fayton finalde boş olarak gelir. Artık düşler bitmiştir. Joseph Kessel’in aynı adlı romanından uyarlanan film yazarın bile söylediği gibi kitabından bile daha başarılı bulundu. Burada Bunuel’in dahice, detaylara sadık yönetimi,öyküye mükemmel emdirdiği sadomazoşist düşler ve değişmez senaristi Jean Claude Carriere’in başarısı filmi unutulmazlar arasına ekler. Film seyredenlerin unutamadığı tekrar tekrar seyrettiği bir hayran kitlesi oluşturur. Filmin en önemli mitlerinden birisi içinde ne olduğu bilinmeyen fakat açıldığında randevu evinde çalışan kızları ürküten bir kutudur. Bunuel bile bu kutunun içeriğini yanıtlayamaz. Tarantino’nun Ucuz Roman’da kullandığı açıldığında içinden ışık saçan evrak çantasını nereden ödünç aldığı anlaşılıyor.

Bunuel sinemasının en önemli kilometre taşı olan ‘Burjuvazinin Gizli Çekiciliği-Le Charme discret de la Bourgeoisie’(1972) ile burjuva sınıfının tıkanıklığını, toplumun diğer kesimleriyle olan kopukluğunu, dünya değişirken onların aynı tiyatroyu oynadıklarını düş ve gerçeğin iç içe geçtiği bir üslupta anlatır. Bu sınıfın dıştan gözüken ihtişamı ve ciddiyetinin ardında yatan tekrarlara dayalı yaşam şeklini kara mizahın müthiş gücüyle acımasızca eleştirir. Karikatür tipler, absürd tesadüfler, tamamlanamayan olaylar, gerçeküstü detaylar, paradokslar Bunuel’in mesajını unutulmaz bir görselliğe dönüştürür. Öncelikle filmin geçtiği dönemi irdelersek 1972 Vietnam bataklığında Amerika, ‘68 öğrenci hareketlerinin tüm dünyada uyandırdığı sosyalist esintiler, öncelikle Güney Amerika’da çoğalan askeri cunta hükümetler, globalleşme arifesinde emperyalist hareketlerin hoyratça sürdüğü bir soğuk savaş dönemi görürüz. Bunuel burjuvaziye karşı dururken onları yargılamıyor yaşamlarında içi boş, ilerlemeyen ritüellere mahkum olmuş bireyler olarak gösteriyor. Filmin altı burjuva karakteri korkularını ortak bir rüyada görür. Rüyaları onların gerçek yaşamlarını yönetir. Başlarını Miranda’nın Paris Büyükelçisinin (Fernando Ray) çektiği altı varlıklı insan bir akşam yemeği için bir türlü bir araya gelemez. Gelseler bile bu kez farklı engeller ortaya çıkar. Ya lokanta kapalıdır veya lokanta patronu ölmüştür, cenazesi arka odada yatmaktadır, yahut yemek esnasında ordu eve gelir. Yemek yiyememek, tüketememek korkusu onların varoluşları karşısına dikilen bir engel olarak çıkar her seferinde. Bu korkularına sevişememek, anarşi, terör gibi güvenlilerini tehdit edici unsurlar eklenir. Faşist bir idarenin hakim olduğu anlaşılan Miranda hakkında büyükelçi sürekli yalan bilgiler verir. Ülkesinden pembe tablolar çizer. Filmde serpiştirilmiş sıra dışı olaylar arasında sürekli manevra yapan bir ordu, bahçıvanlık yapan Piskopos, rüyasını anlatan teğmen öykünün çarpıcılığını arttırır. En sembolik sahnesi olan altı burjuvanın ıssız bir yolda yürümesi onların tükenmişliğini artık her şeyi kabullendiklerini temsil eder. En kısa mesafeyi bile film boyu oto ile katedenler artık benzin bile bulamaz, o yol belki de onları ölüme götüren son yoldur.

1974 tarihli ‘Özgürlük Hayaleti-Le Fantome de Liberte’ni Samanyolu filminde geçen ’’özgürlüğümüz ancak bir hayaletten ibarettir" tümcesinden esinlenerek çevirir. Film düşünce olarak Samanyolu-La Voie Lactee ve Burjuvazinin Gizli Çekiciliği ile gerçeği arayış üzerine bir üçlü olarak kabul edilebilir.

Sinema tarihinin en güzel isimli filmlerinden birisi olan ‘Arzunun Şu Karanlık Nesnesi-Cet Obscur Objet du Desir’(1977) çarpıcı bir aşk öyküsünü anlatır. Pierre Louys’un 1889 da yayımladığı Kadın ve Kuklası adlı romanının Bunuel anlayışı içinde modern bir uyarlaması olur. Altmışlı yaşlardaki soylu ve zengin Mathieu halktan bir kıza Conchita’ya tutulur. Onu elde edebilmek için her türlü yolu dener. Ona sevecen davranmaya çalışan Conchita iş sevişmeye gelince kendisinden oldukça yaşlı soyluya her türlü bahaneyi uydurur.
Arzu ile yanan adam bir süre sonra kızın oynadığı bir kuklaya dönüşür. Bir kez daha burjuvazi karşısına çıkan engellere takılır. Bir türlü sevişemeyen, tüm zenginliğine, fedakarlıklarına rağmen istediğini elde edemeyen bir burjuva tablosu daha remeder Bunuel. Conchita karakteri farklı iki kadın oyuncu tarafından canlandırılır: Zarif ve mesafeli Carole Bouquet, Latin ateşi taşıyan daha cilveli Angela Molina. Erkek doğasını etkileyen iki farklı dişi karakter erkeği parmağında oynatır, durur. Burjuvanın büyük korkusu terör ve anarşi bir kez daha arka planda yer alır. Büyük bir patlama ile biten finalde anarşi burjuvaziyi bir kez daha ortadan kaldırır. Seyircisini bir kez daha şaşırtıp, düşündürmeyi başarır Bunuel. 

Son Nefesim’den alıntıyla Bunuel’in bu dolu yaşamını noktalayalım:
“Her şeyin başı rastlantıdır, rastlantının yanında kardeşi giz vardır. Her şeyi anlamak hırsı, bu neden? şu neden? Ardından onu küçültmek, basitleştirmek isteği, işte doğamızın en feci yönleri. Hayatımızın gizini cesurca kabullenebilsek, işte o zaman saflığa benzeyen katıksız bir mutluluğa çok yaklaşmış olurduk.”