KİM KİMİNLE NEREDE - WHATEVER WORKS



WOODY ALLEN TEKRAR NEW YORK’TA 


YÖNETMEN: WOODY ALLEN
OYUNCULAR: LARRY DAVID, EVAN RACHEL WOOD 



Woody Allen son filmi ‘Kim Kiminle Nerede’ ile nevrotik büyük kent insanının dünyasına yeniden geri dönüyor. Bu karakterlerini yaşattığı New York sokaklarına yeniden kavuşuyor.


Yönettiği son üç filminde Maç Sayısı, Cassandra’nın Rüyası, Vicky Barcelona' da Avrupa kıtasına göç eden Allen’i, kendisinden çok da alışık olmadığımız konularda haşır neşir olurken izledik. Maç Sayısı ve Cassandra’nın Rüyası'nda da polisiye türüne göz kırpan Allen, Barcelona’da Avrupa hayranlığını yaşayan Amerikalılar ile dalgasını geçiyordu. Egosantrik, mizantropik  arayış içindeki New York bunalmışlarından artık vaz mı geçti derken ‘Kim Kiminle Nerede-Whatever Works’ geldi ve ben, şahsen huzur buldum. Onu bu evrende tanıdık, sevdik. Huysuz entelektüeller, şişik egolar, burjuvanın iki yüzlü dünyasını beyazperde de onun kadar keskin ve eğlenceli eleştiren kimse olmadı denilebilir.

Bu kez alter egosunu Larry David oynuyor. Seinfeld ve Curb Your Enthusiasm gibi TV dizilerinin yaratıcısı olan David yazdıkları, oynadıkları ile Allen’in adeta bire bir kopyası. Çevresi ile uyumsuzluk yaşayan, mesleği olan fizik profesörlüğünü de terk etmiş olan Boris Yelnikoff karakteri tam bir New York nevrotiği. Standart olan her şeyi eleştirirken, kendi standartlarını oluşturmakta zorlanan yaşamın her türlü sırrını fiziğin kuralları içinde açıklamak için çırpınan işin komiği çözdüğüne inanan kibirli bir adam. Buna karşın iki kez başarısız intihar girişimi yapıyor. Felsefe profesörü, lokantacı, yazar, fotoğrafçı gibi elit sınıfa ait arızalı tiplerle dolu bir çevre. Kısacası Woody’den görmeğe alıştığımız takıntılı bir karakteri oynuyor David. Sadece onun kadar sempatik gözükmüyor.

Film, tamamen teatral bir havada akıyor. Boris sık sık seyirciye dönerek içini döküyor. Bu muhabbet ortamı her şeyin bir oyun olduğunu hatırlatıyor izleyene. Allen, muhafazakar kesime bilhassa Cumhuriyetçilere olan eleştirilerini her zamanki şiddetinde sürdürüyor.

Kısaca Woody Allen geçmiş dönemdeki New York filmleri kadar formunda olmasa da, yine klasik üslubunu koruyan, eğlendirmeyi garantileyen bir filme imza atmış.

Kırık Kucaklaşmalar - Los Abrazos Rotos

KIRIK AŞKLAR, KIRILMIŞ YAŞAMLAR

 
Yönetmen ve Senarist: Pedro Almadovar
Oyuncular: Penelope Cruz, Lluis Homar, Blanca Portillo, Jose Luis Gomez



Pedro Almadovar melodram türünü, hayatın gerçeklerini, acı ve tutkularını anlatan öyküler ile harmanlayan nevi şahsına münhasır bir yönetmendir ve değişmeyen bir sinema dili vardır.

Bilmediğiniz, herhangi bir filminden seyredeceğiniz rastgele bir kaç sahneden Almadovar olabileceğini kolaylıkla tahmin edersiniz. Kırmızı renkli bir kadifeye benzer filmleri. Kadife kadar yumuşak, dökümlü ve kışkırtıcı. Tutku, şehvet, kişisel sırlar, aldatışlar, saklı geçmişler, ailenin bir araya gelmesi veya dağılması, ölüm, geriye dönüş, kıskançlık, yalnızlık onun karakterlerini bekleyen akıbetlerdir. Aşk onun için şehvet ve tutku arasında gidip gelen bir tramvaydır. Filmleri sinema sanatına göndermeler ile doludur. ‘Sinema insan yaşamının boşluklarını dolduran, yalnızlığını unutturan bir nesnedir’ der söyleşilerde. Öyküleri ise onun bu iyimser söylemini yalanlar cinsten sert, acımasız, ölümcül yaşamları resmeder. En umulmadık anda ortaya çıkan bir öldürme, insanların yaşamını aniden tersine çevirir. Öldürme sahneleri şematik, ritüalize edilmeden duygudan arınmış olaylar olarak yansır perdeye. Öldürme anının şiddeti onun ilgilendiği bir mevzu değildir. O sadece sebep/sonuç ilişkisi için öldürtür karakterlerini. Tutkunun doyumsuzluğu, cinselliğin sonsuz labirenti içinde tüm kontrolü yitirtir karakterlerine. Her filminin omurgası vazgeçemediği melodramik temeli korur. Her şey onun üzerine inşa edilir. Komedi, gerilim, tutku melodram ile birleşir. Bazı sahneleri TV dizilerinin kitsch görüntülerini andırır. Makyajlı, frapan kadınlar oturup seks, aldatma üzerine geyikler yapar. Kırmızı başta olmak üzere tüm cafcaflı renkleri kullanmayı sever. Olay akışı ara sıra bir Yeşilçam filmi gibi seyreder.

Almadovar’ın son filmi ‘Kırık Kucaklaşmalar’ onun türüne alışkın seyirciyi memnun etmeye yetecek doza sahip. Geçmişteki yaşamını silmiş artık kör bir yönetmen, erkekleri tutkuyla kendisine bağlayan ve kullanan güzel bir kadın, yaşamını bir erkeğe adamış arka planda kalmış diğer bir kadın ve kadınını kaybetmemek için her şeyi yapmaya hazır kıskanç ve ihtiraslı bir adam. Üstadın sevdiği tüm hasletleri yaşayan dört karakter. Mateo Blanco, takma Harry Caine (Lluis Homar) adıyla filmlere senaryolar yazan kör bir adamdır, aynı zamanda yapımcısı olan sadık arkadaşı Judith‘in yardımlarıyla yaşamını sürdürmektedir. Judith’in oğlu Diego ona senaryo yazımında yardımcı olmaktadır. Bir gün çıkagelen bir adam onun tüm yaşantısını geçmişine götürür. 14 yıl önce yaşanmış ve artık çekmecelerdeki resimlerde, video karelerinde yaşayan bir aşkı anımsatır. O zamanlar ünlü bir yönetmendir Mateo. Bir filminde oynatmak için seçtiği, zengin bir adamın metresi Lena (Penelope Cruz) ile yaşadığı tutkulu aşk tüm yaşamını değiştirmiştir.

Adı gibi kırık bir aşk öyküsü farklı zaman dilimlerine yaptığı atlamalar ile birleştirilerek anlatılıyor seyirciye. Dağınık yapıyı çoğunlukla resimler ve video kayıtları bir araya topluyor. Film genelde film setinde geçiyor. Film içinde film anlatımın temel dokusu oluyor. Almadovar’ın sinema aşkını bir kez daha kör bir yönetmenin kişiliğinde vurguladığı bir öykü. Öykü, karakterlerinin bir yanını hep karanlıkta bırakırken, gerilimli bir atmosfer yaratmayı da ihmal etmiyor.

Almadovar ile dördüncü filmini çeviren Penelope Cruz, muhteşem bir Femme Fatale oynuyor. Fiziği ve oyunculuğu karakterin tüm dünyası ile örtüşüyor. Cruz, İspanya’ya ait filmlere çok daha fazla yakışıyor ve daha iyi oynuyor. Hollywood yapımlarındaki turist duruşu ortadan kalkıyor.

Sinematografisinde ortalama bir Almadovar filmi olarak sıralanabilinir ‘Kırık Kucaklaşmalar’. Yine de onun sinema üslubunu layıkıyla yansıtan demirbaşların önemli bir bölümüne sahip. Birbirinden farklı duygusallığı yansıtan üç ayrı sevişme sekansının inceliğini yakalayabilmek için bile seyretmeye değer.

VAVİEN


 

YÖNETMEN: YAĞMUR VE DURUL TAYLAN
SENARYO: ENGİN GÜNAYDIN
OYUNCULAR: ENGİN GÜNAYDIN, BİNNUR KAYA, SETTAR TANRIÖĞEN, SERRA YILMAZ.



 
Birçok filozof sanatın doğanın taklit edilmesi sonucu doğduğunu iddia eder. Öykünmek bu durumda sanatın vazgeçilmez bir parçasıdır demek yanlış bir tanımlama olmuyor. Ufak ayrıntılar yerli yerine oturduğu zaman öykünülen her eser yepyeni bir karaktere bürünebilir.

Taylan Kardeşler kendileri gibi kardeş olan Coen’lerden öykündükleri bir küçük kasaba hikayesinde, ayrıntıları ustaca işleyerek başarılı bir filme imza atmış. Sıradan insanların yaşamından çıkarılan bir dilim sade, sessiz fakat nereye gideceği merak edilir bir dille anlatılıyor.

Sinemamızda kara komedilere sık rastlanmaz, hele incelikle çevrilmiş olanı yoktur bile denilebilir. Taylan kardeşler bu türün en büyük özelliği olan komedi ve gerilim arasındaki çizgiyi mükemmel çiziyor. Her karakterin bir yanını gölgede bırakıp sonraki adımı merak edilir hale dönüştürmeyi başarıyor. Öykünün çok sert iniş çıkış içermemesi bu yüzden akışın tekrarlara sığınması bile oyuncuların dört dörtlük performansları ile göz ardı edilebilir bir hale dönüşüyor.

Avrupa Yakası’nın Burhan Altıntop’u Engin Günaydın bu kez yaşamından daha doğrusu evliliğinden mutlu olmayan bir adamı kendine özgü üslubunda mükemmel canlandırıyor. Ciddiyet ve gülünç olma sınırında trajikomik bir karakteri onun stilinde oynamak her oyuncunun başarabileceği bir iş değil. Canlandırdığı Celal karakteri esasında seyircinin nefret edebileceği kötülüğün karanlık tarafına geçmiş bir karakter. Coen’lerin ünlü Fargo (1996) filminde karısını kayınpederinden fidye koparabilmek için kaçırtan şaşkın damat Jerry bir Lundegaard (William H.Macy) karakterine yakın duran kötü bir koca. Tek handikapı seyircinin onu görünce otomatikman gülmeye hazır olması. Diğer taraftan bu durum oynadığı karakterin antipatik olma yüzdesini düşürüyor.

Senaryosunu Engin Günaydın’ın yazdığı Vavien’de diğer dikkat çeken performans Binnur Kaya’nın oynadığı Sevilay karakteri oluyor. Kocasının ağzının içine bakan, onun yaptıklarını yüzüne söyleyemeyen, içini yakın arkadaşlarına döken küçük Anadolu kasabasının ezik kadını. Babasının Almanya’dan gönderdiği paraları kocasından gizli biriktirmesi en büyük sırrı. Celal’in tüm aşağılamalarını aile gelenek ve görenekleri çerçevesine sokarak, göğüs geriyor. Kadın seyircilerin hemen sempatisini kazanan bir karakter oluyor Sevilay. Gerçekte bu kadar az karakter ile bir filmi götürmek ancak oyuncuların mükemmel performansları ile olabilirmiş. Ve bu da oluyor.

Kasaba yaşantısının sıkışmışlığını, tek düzeliğini yansıtmayı başarıyor Vavien. Herkesin herkesi izlediği, sosyal yaşantının piknik ile sınırlandığı sıkıcı bir yaşam. Mekan olarak seçilen Tokat’ın Erbaa (Tokat Günaydın’ın memleketi) ilçesi mükemmel bir seçim olmuş.

Filme baştan sona hakim kara mizahın daha sert, daha sürpriz bir final yapması beklentimdi. Sanki öyle bir finale cesaret edilememiş, standart katarsis duygusu tercih edilmiş gibi duruyor. Sade öyküleri anlatmak zor bir iştir ve Vavien ekibi bunun üstesinden gelmeyi başarıyor.

Seyircinin ilgisini fazlasıyla hak eden bir film Vavien.

NINE


 
FELLINI’NİN RUHU HOLLYWOOD SEMALARINDA


YÖNETMEN:ROB MARSHALL

OYUNCULAR: DANİEL DAY LEWİS, MARİON COTİLLARD, PENELOPE CRUZ, NİCOLE KİDMAN, JUDİ DENCH, SOPHİA LOREN, FERGY.


Fellini’nin bir film yönetmeninin yaratıcılıkta zorlandığı, hayatındaki kadınlar arasında karar vermekte zorlandığı dönemini anlattığı ‘Sekiz Buçuk’  tüm zamanların en iyi on filmi arasında sayılır. Sanatla ilgili herkesi etkileyen film sanatçının dehasını, hayallerini istediği gibi şekillendiremediği zamanlarda içine düşebileceği bunalımı, Marcello Mastorianni gibi dev oyuncunun canlandırdığı Guido karakterinde yansıtmıştı. Filmin kahramanı Guido Anselmi (Marcello Mastorianni)  ilham perisi kaçmış bir yönetmendir. Hiç tarzı olmayan bir bilim kurgu filminin senaryosunu yazmakta zorlanmaktadır. Yaratıcılığı tükenmiş bir yönetmen olarak anılma korkusu tüm benliğini kemirmektedir. Kurtuluş olarak kendisini bir ılıca merkezine atar. Motor demek için sabırsızlanan yapımcı, set amirleri, sanat yönetmenleri, oyuncu adayları tüm ekibin başına toplanmasıyla Guido’nun kafası daha bir karışır. Hayaller, rüyalar, çocukluk anıları her geçen gün daha fazla sığındığı kaçışlar olur. Fellini gerçek ve hayal arasındaki büyülü karelerini yer yer bir sirk atmosferinde sunar. Karısı Luisa ile olan kopuk ilişkisi, sevgilileri olan problemleri, hayal kızı Claudia Cardinale Fellini’nin her filminde işlediği sürekli arayış içindeki erkek figürünün yansımalarıdır. Çevresinde sürekli konuşan hareket halindeki insanlar, Katolik rahiplerin karikatür tasvirleri sonraki filmlerinin değişmez karakterleri olur. Sıkışmış yönetmen öyküsü gelecekte bir çok filmin esin kaynağı olur. Coen’lerin Barton Fink’i bunun en iyi örneklerinden birisidir. Fellini 1963 de ‘Sekiz Buçuk’ ile en iyi yabancı film Oscar ödülünü kazanır. Filmden yola çıkarak Arthur Copit’in yazdığı kitap Maury Yeston’ın müzikleriyle ilk kez 1982 de Broadway’de sahnelenir ve bir çok Tommy ödülü kazanır.  Müzik ile birlikte sekiz buçuğa yarım sayı eklenir ve dokuz olur. Müzikal filmlerin usta ismi Rob Marshall 2007 de Dokuz’u filme  dönüştürme çalışmalarına başlar.
Rob Marshall orijinalinin zamanına sadık kalarak öyküyü altmışlı yılların italya’sında kurgulamış. Guido Contini (Daniel Day-Lewis) ve çevresindeki birbirinden güzel, şarkı söyleyen ve dans eden kadınlar Hollywood dünyasına ait rengarenk bir atmosfer sunuyor. Öykü orijinali ile bire bir örtüşüyor. Karısı Luisa (Marion Cotillard), metresi Carla (Penelope Cruz), ilham kaynağı Claudia (Nicole Kidman), yapımcısı, sırdaşı ve kıyafet tasarımcısı Lilliane (Judi Dench), Amerikalı bir gazeteci Stephanie (Kate Hudson), çocukluğundan bir fahişe Saraghina (Fergy) ve annesi (Sophia Loren) yaşamını etkileyen kadınlardır. Onlar arasındaki kararsızlığını çözümleyemeyen, tipik orta yaş sendromu yaşayan Guido yaratıcılığını bir türlü uyandıramaz.

Fellini’nin görsellik ile yarattığı düş dünyası Marshall’ın müzikalinde şarkılar ile vücut buluyor. Esasında ‘Sekiz Buçuk’ ile çok fazla bir kıyaslama yapmak hata ; Dokuz ondan yola çıkan bir müzikal. Sadece final tümüyle farklı yazılmış. Anneyi oynayan Sophia Loren’in, Guido’nun hayallerinde canlanması mükemmel bir seçim ;  hala güzel ve etkileyici. Kaynak filmin en unutulmaz sahnelerinden olan, küçük çocuklara para karşılığı Rumba yapan fahişe Saraghina ‘nın dansı yine çok çarpıcı bir performansla Fergie tarafından sunuluyor. Son yılların en gözde Hip-Pop gruplarından Black Eyed Peas’in solisti Fergie şarkının ruhunu hissettiriyor. Daniel Day Lewis’in varlığı ise Marcello ile karşılaştırıldığında oldukça depresif kalıyor. Yüzünde mutsuz bir ifade , dudaklarından düşmeyen sigara ile bunalımı abartılı bir depresyona dönüştürmüş. Kısaca nerede Marcello Mastorianni’nin o emsalsiz yaramaz karizması, bunalımın altında yatan o Akdenizli ruhu. Kadın oyuncu seçimleri ise tam yerinde, Carla’da Penelope Cruz  veya Luisa ‘da Marion Cotillard bir Akdeniz kadını gibi oynuyorlar. İlham perisi Claudia’da Nicole Kidman orijinalindeki Claudia Cardinale’e yakın duruyor. Gerçek ile düş arası bir yansıma.   

Fellini’nin ruhu Hollywood semalarında uçarken tesadüfen Dokuz ile karşılaşsa belki biraz eğlenir fakat sonuçta ne yapmışlar benim Sekiz Buçuğuma der. Sonuçta hoş , renkli bir müzikal Dokuz.           

SONBAHAR

YÖNETMEN: ÖZCAN ALPER
OYUNCULAR: ONUR SAYLAK, SERKAN KESKİN, MEGİ KOBOLADZE.

Son yıllarda çevrilmiş olan en iyi Türk filmlerinden olan Sonbahar gişede aynı başarıyı yakalayamadı. Yalnızlığı, sessizliği Doğu Karadeniz’in doğasının gri ve yeşil tonlarıyla birleştiren pastoral bir film. Genç yönetmen Özcan Alper iyi bildiği bir doğayı öyküsüne adeta bir karakter gibi yerleştiriyor. Seksen darbesinin mağdurlarından Yusuf on yıllık hapishane yaşamından sonra aile evine döner. Doğu Karadeniz’in dağ köyündeki evde kendisini bir tek annesi beklemektedir. Hapishanede katıldığı ölüm orucu, bozuk olan sağlığını daha fazla zedelemiştir, akciğerleri iflasın eşiğindedir. Bu yüzden erken tahliye edilir. Koptuğu bir çevreye geri dönmek onun için bir mutluluk ifade etmez aksine içinde olduğu boşluğu daha büyütür. Zaten  geçmişin kabusları onu gece gündüz rahat bırakmamaktadır. Çocukluk arkadaşı Mikail ilişki kurabildiği tek kişidir. O ise bir türlü çıkamadığı köyde, başka bir hapislik yaşam sürmektedir. Onunla gittiği meyhanede konsomatrislik yaparak hayatını kazanmaya çalışan Gürcü kızı Eka ile tanışır. Onunla bir şeyler paylaşmak ister. Yaşamın boşluğunda dönen iki insanın birlikteliği umutsuzluğu yenebilecek midir ?
Genç oyuncu Onur Saylak olağan üstü bir yalnızlık portresi çiziyor. Abartısız ve minimal oyunculuğu etkileyici . Lazca konuşan anne ve Serkan Keskin Mikail rollerinde mükemmeller.
DVD ekinde Antalya Altın Portakal Festival’inde oyuncu ve yönetmen ile yapılan söyleşi yer alıyor. 

GOMORRA

 

MAFYANIN ACIMASIZ DÜNYASI
 

 
Yönetmen: Matteo Garrone
Oyuncular: Toni Servillo, inafelice İmparato, Mario Nazionale.

Mafyanın gerçek yüzünü makyajsız , öykünecek bir kahraman olmadan sunuyor film Gomorra. Sert, belgesel kadar gerçek ve tedirgin edici. Beş yaşam öyküsünün aracılığı ile Napoli mafyasının acımasız dünyasına giriyor seyirci. Roberto Saviona’nın aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan Gomorra ‘da kişisel öykülerin hepsi gerçek yaşamlardan yola çıkıyor. Bu  işe bulaşan insanlarla yapılan konuşmalar, günlük olayların perde arkasının izlenmesi sonucu ortaya çıkan gerçekler, birer karaktere dönüştürülmüş.  DVD’ de ek olarak sunulan yazar Saviona ile yapılan söyleşi bir çok ayrıntının daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. Her şeyin ne kadar iyi işleyen bir sistemin ürünü olduğunu, şaşkınlıkla izliyor insan.
İtalya’nın Napoli ve Caserta bölgelerinda faaliyet gösteren en üstteki kartel olan Camorra  buralarda uluslararası ağın devamı olarak tüm uyuşturucu trafiğini yönetir. İlk bölümde küçük çocukların   torbacı olarak nasıl batağa sürüklendikleri, uyuşturucunun sokak aralarında nasıl satıldığına tanık oluyoruz. Secondigliano karteli Napoli’de kokain pazarına hakim ve uluslar arası yaygınlıkta tekstil sektörüne yatırım yapıyor. Zehirli atıkları köylülerden kiraladıkları tarlalara gömen Franco, yetenekli bir terzi olmasına karşın patronunun iş birliği nedeniyle Mafya için çalışan  Pasquale, Scarface‘in Tony Montana’sına   öykünen iki genç yetme Ciro ve Marco, mafya para dağıtıcısı Don Ciro kişisel öykülerin kahramanları. Hepsi gerçek karakterler. İkinci bölümde ise  kartel  içinde ortaya çıkan ayrılığın nasıl şiddetli bir kan davasına dönüştüğüne tanıklık ediyor seyirci. Gençler paradan daha çok ‘ağır abi’ olmanın getirdiği karizmadan etkileniyor ve bu pis dünyaya giriyor. 2008 Cannes Jüri Büyük Ödülü yanında Avrupa festivallerinde toplam 16 ödül kazanan film Matteo Garrone’nin başarılı yönetimi sonucu gerçek/kurgu arasındaki ince hatta düşmeden ilerliyor. Vermek istediği gerçeklik duygusunu kusursuz yansıtıyor, oyuncu ve mekan seçimleri mükemmel. İnsanların sinek kadar değeri olmadığı bu acımasız dünyada olanları izlemek tüyler ürpertiyor. Filmin sistemin arka perdesini aralayarak ipler kimlerin elinde sorusuna yanıt verme gibi bir çabası yok yüzeydekiler, tetikçiler, torbacılar, iş adamı olarak geçinenler deşifre ediliyor. Alt ve üst arasındaki ilişki bıçak gibi kesilmiş, hiçbir ip ucu verilmiyor. DVD de ek olarak kamera arkası, yazar Saviona ile yapılan röportaj yer alıyor. Saviona yanı başında geçen olayların iç yüzünü aile ve şahıs isimleri vererek cesurca açıklıyor. Bu yüzden İtalya’da adeta bir kahraman olarak görülüyor.

ALICE IN WONDERLAND


ALICE  ARTIK GERÇEKLER DİYARINDA



YÖNETMEN:TİM BURTON
OYUNCULAR: MİA VASİKOWSKA, JOHNNY DEEP, HELENA BONHAM CARTER
Lewis Caroll’un yazdığı ‘Alis Harikalar Diyarında’ son yüz elli yıl içersinde popüler kültürün en fazla başvurduğu referans eserlerin başında gelir. Bir çocuk masalından yola çıkılarak gerçekliğin, aklın, halüsinasyonun, deliliğin sınırlarını zorlayan bir öte dünyanın anlatımı, sayısız eserin alt metnini oluşturur. Hatta uyuşturucu ile kendinden geçilen bir dünyanın , bilinçdışı betimlemesi olarak da yorumlandığı oldu. Tim Burton artık 19 yaşına gelmiş Alis’i yeniden Harikalar Diyarı’na sokuyor. Tek farkla bu kez Harikalar Diyarı yerini Yeraltı Dünyası ile değiştirmiş. Geçmişinde yaptığı seyahati hiç anımsamayan artık 19 yaşındaki Alis bir  kez daha tavşan deliğinden geçerek yer altında eski dostları ile buluşuyor. Senarist Linda Woolverton ‘yarı çocuk yarı kadın’ bir Alis yaratarak öyküyü yetişkinler dünyasına açıyor.
   
Dönem eski kafalı, şekilci insanların kol gezdiği Viktorya dönemidir. Çok sevdiği babasının ölümünden sonra annesi ile katıldığı bir bahçe partisinde kendini beğenmiş, itici görünümlü aristokrat Hamish kendisine evlilik teklif eder. Hayalleri ve gerçek dünya arasında bir köprü kurmayı başaramamış olan Alis o an gördüğü beyaz yelekli ve cep saatli beyaz bir tavşanın peşinden koşturarak onun girdiği delikten yuvarlanarak yer altı dünyasına gider. Küçük bir kızken girdiği bu dünyada artık hatırlamadığı eski dostları Tırtıl Absolem, Çılgın Şapkacı, ikizler Tweedledee ve Tweedledum, Cheshire Kedisi kendisini karşılar. Önce kendini tuhaf ve yabancı hissetse de zamanla alışır. Yer altı dünyasının zalim Kırmızı Kraliçesi Iracebeth halkını korkuyla yönetmektedir, en iyi bildiği yönetim şekli ise kafa uçurmaktır. Kız kardeşi ve düşmanı olan Beyaz kraliçe Mirana Alis’i koruması altına alır. Onun da ilk bakışta anlaşılamayan karanlık bir yönü vardır.

Tim Burton’ın karanlık atmosfer tutkunu bir yönetmen olduğunu biliyoruz. Batman veya Charlie’nin Çikolata Fabrikası onun için fark etmiyor, o sevdiği gotik mekanları ve ucube karakterleri bir şekilde öyküsüne monte etmeyi başarıyor. Bu kez Alis’in orijinal öyküsünden biraz farklı davranarak karakterlere daha fazla bir içerik kazandırmış. Eserdeki bir çok karakteri elemiş, kelime oyunlu konuşmalara yer vermemiş. Öyküye önemli katkısı olmayan bir çok karakterin, resmi geçidi olacak bir sirk atmosferinden uzak duruyor. Bu durum eserin sadık hayranlarını oldukça kızdırdı. Onlar Burton’ın öykünün ruhunu boşalttığını, sadece bilgisayar görselliğinde bir film kotardığını iddia ediyorlar. Çok da haksız değiller. Bilgisayar efektleri Burton standartlarının üstünde. Her şeye rağmen karşımızda bir Burton filmi var sadece Johnny Deep’in Çılgın Şapkacı karakterine verdiği ruh için bile izlenmeye değer. Artık büyüyen Alis babasının işlerini üstlenerek gerçekler dünyasına da adım atmış oluyor. Modern zamanlarda rüyalar karın doyurmuyor. DVD de ekstra olarak yapım belgeselleri mevcut. 

BAŞLANGIÇ - INCEPTION


YÖNETMEN: CHRISTOPHER NOLAN
OYUNCULAR: LEONARDO DICAPRIO, MARILLON COTILLARD, KEN WATANABE, JOSEPH GORDON-LEWITT

Christopher Nolan insan beyninin labirentlerini merak eden bir adam. Bu nedenle seyircisinin kafasını fena halde karıştıran filmler yapmayı seviyor. 2000'de yaptığı ‘Memento-Akıl Defteri’nde kısa zaman hafızası olmayan bir adamın öyküsünü, sondan başa doğru anlatarak hafif tertip bir kafa karışıklığına yol açmıştı. Nolan bu kez ‘Inception-Başlangıç’ ile rüyalar dünyasına giriyor. Rüyaların birinci, ikinci ve üçüncü katlarına iniyor sonra bir anda yüzeye, gerçek dünyaya dönüyor. Gerçek ve rüya arasındaki sınır belirsizleşiyor; en dikkatli seyircinin bile ayırt etmede ikileme düşmemesi, tüm sorulara yanıt bulması zorlaşıyor. Sürekli dalış ve çıkışlar vurgun etkisi yaratıyor. On yıl gibi uzun süren yazılım aşamasında, birçok şeyi ekleyip, çıkarmış olması senaryonun muhtemelen çok katmanlı yapısında etkili olmuş. Rüya gibi gizemli, kişisel, dokunulmaz bir konuya Nolan’ın perspektivinden bakmak oldukça ilginç bir deneyim oluyor. Öğrenilmiş her bilginin bilinçaltına depolandığına, rüya durumunda buraya sızılarak bilginin çalınabilir olduğuna inanıyor Nolan.Öykünün kahramanı Dom Cobb’da (Leonardo DiCaprio) bunun eylemcisi. Özel bir alet yardımıyla başkalarının rüyalarına sızarak yaptığı bilgi hırsızlığını mesleğe dönüştürmüş, defalarca yakalandığı için de ABD’ye girişi yasaklanmış. Bu manipülasyon sırasında rüyayı bilgi sahibi gerçek gibi yaşıyor. Günün birinde Saito (Ken Watanabe) adında zengin ve güçlü bir adam Cobb’a ,o güne kadar yaptığının tersini teklif eder; bir düşünceyi başkasının beynine yerleştirecek , kurban ise bunun kendi düşüncesi olduğuna inanacaktır. Karşılık olarak Cobb tekrar ülkesine dönüp, çocuklarına kavuşabilecektir . Görevimiz Tehlike veya Ocean 12 benzeri bir ekip rüya işlerinde kendisine yardımcı olmaktadır. Yıllardır ortağı olan Arthur(Joseph Gordon-Lewitt) kurbanların tüm yaşamını, alışkanlıklarını inceler, uzman bir rüya hırsızı Eames (Tom Hardy), kimyasallar konusunda uzman Yusuf (Dileep Rao) ve meraklı bir rüya tasarım öğrencisi Ariadne (Ellen Page) ekibi oluşturur.

Nolan’ın müthiş hayal gücü, birinci sınıf aksiyon sahneleri ile besleniyor. Öykünün duygusallığı ise en etkileyici yönü. Cobb’un karısı Mal ve çocukları ile olan geçmişi, dramatik olayları önleyememiş olması seyirci ile kuvvetli bir bağ oluşturuyor. Öykünün en insani, en gerçek yönünü yine bir aşk ilişkisi tamamlıyor. Başlangıç’ın çağdaş öncüleri sayılabilecek ‘Matrix’, ‘Dark City*Karanlık Şehir’, 13. Kat gibi filmlerin, Nolan’ın düş bahçesine birer pencere açtıkları yadsınamaz. Bu tür filmlerin ortak söylemi olan ‘Gerçek Yoktur’a kendi üslubu ve fantezi dünyası ile bağlanıyor. Bu noktaya gelirken her şeyin nasıl olduğunu anlamak, mantık bağlantılarını kurmak her an mümkün olmuyor. Tüm rüyaların aynı anda sürüyor olması oldukça zorlayıcı. Fazla zorlanmadan olayların akışına teslim olmak bu modern başyapıttan keyif almanın en iyi yolu.

Artık Titanik’in parlak çocuğu evresini geride bırakmış olan Leonardo DiCaprio 'Shutter İsland-Zindan Adası’ndan sonra psikolojik gerilimi yüksek bir rolde, Cobb karakterinde müthiş oynuyor. Marion Cotillard ise Cobb’un tek aşkı Mal rolünde mükemmel bir ‘Femme Fatale’ olarak karşımıza çıkıyor. Fransız kadınlara bu tür gizemli kadın rolleri nedense çok yakışıyor. Ken Watanabe kısa rolüne rağmen dikkat çeken bir performans sunuyor.

Christopher Nolan son yıllarda Batman serisine yaptığı iki katkı ile kendisinden çok bahsettirmişti ama bu kez teknisyen değil yaratıcı bir yönetmen olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

CADILLAC RECORDS

Rock'n Roll tarihine kısa bir yolculuk
 


Yönetmen : Darnell Martin
Oyuncular: Adrain Brody, Jeffrey Wright, Columbus Short, Beyoncee Knowles, Mos Def


Ülkemizde bazı filmler ‘tutmaz, iş yapmaz‘ diye gösterime giremez. Bunların arasından zamanla kült mertebesine ulaşan çok film çıkar. Müzik üzerine olan filmler pahalı yapımlar dışında genelde bu kaderi paylaşır. Çok sonra çıkan DVD’si bu filmlerin gecikmesini telafi etmeye çalışır.
Bu kez 2008 tarihli, bence kült mertebesine çıkabilecek bir filmin DVD’si var önümüzde. ‘Cadillac Records-Aşkın Şarkısı’ (bu Türkçe çevirinin ne film içeriği ne de orijinal adıyla bir ilgisi var). 1947 yılında Chicago’da kurulan Chess Records‘un öyküsünü anlatıyor. Bu kayıt stüdyosunun özelliği tarihte ilk kez siyahi müzisyenlere şans tanıması ve onların plaklarını çıkarması.

Leonard Chess (Adrian Brody) sadece zengin olmak için başladığı bu işte bir çığır açacağından haberi yoktur. Daha önce siyahi müzisyenlerin sahneye çıktığı bir kulüp işleten Chess tüm parasını yatırarak işi plak stüdyosuna götürür. İlk kayıtlarını köyden gelip sokaklarda çalıp, söyleyen siyahi müzisyenler ile yapar. Sokaktan gelen Muddy Waters ve armonikacı Little Walter kaydettikleri plakların radyolarda çalınıp, liste başı olmaları ile ünlenir.

Artık blues tüm gençliği etkileyen bir müzik olmuştur. Siyah tenlilerin sokaklarda dahi zor yürüyebildikleri bir dönemde Chess Records sayesinde herkes onların müziğini dinleyip, dans etmeye başlar. Willie Dixon, Howlin’ Wolf, Chuck Berry, Etta James gibi ünlü isimlerin hepsi Chess Records tezgahında işe başlar. Chuck Berry’nin ilk rock’n roll şarkıları yeni bir tarih başlatır. Para ve şöhretin getirdiği rahatlık her zaman olduğu gibi sorunları da birlikte getirir. Alkol, seks düşkünlüğü, uyuşturucu alışkanlıkları müzisyenlerin hayatını oymaya başlar. Chuck Berry küçük yaştaki kızları tacizden, Etta James uyuşturucudan, Little Walter hepsinden sarsılır. Leonard’ın başarılı her müzisyene Cadillac hediye etmesi şirketin bir geleneği haline dönüşür.

Darnell Martin dizi deneyimli bir kadın yönetmen. Law and Order, ER, Gray’s Anatomy gibi yüksek raitingli dizilerden gelen deneyimini aynen yansıtıyor filme. Sade, dümdüz anlatımı olan bir filmde tek farklılık arada giren kısa arşiv görüntüler. Blues’dan başlayarak altmışlı yıllara dek uzanan rock’n roll tarihini kronolojik bir sıralama içinde anlatıyor. Ancak bir belgeselde görebileceğimiz bir bilgi doğruluğu içinde akıyor öykü. Anlatımın sadeliği oyuncuların yüksek performansı ile birleştiğinde seyirciyi baştan sona saran başarılı bir film ortaya çıkmış. Muddy Waters’ı canlandıran Jeffrey Wright, Little Walter’da Columbus Short, Chuck Berry’de Mos Def harikalar yaratıyor. Efsanevi blues ve soul şarkıcısı Etta James’i oynayan Beyonce Knowles ise sesi ve oyunculuğu mükemmel bağdaştırıyor. Finalde Etta James’in unutulmaz şarkısı ‘I’d rather Blind’daki yorumu muhteşem. Adrian Brody kanımca bu tür biyografik ve karanlık öykülere yakışan bir oyuncu. Aksiyonlardan uzak durmalı.

İlk rock’n roll parçasını dinleyen Muddy Waters’ın yorumu ilginç: ’biraz fazla country değil mi?’ Waters’dan en fazla etkilenen grupların başında gelen Rolling Stones’a da yer verilmesi güzel bir ayrıntı.

Müzikle ilgilenen herkesin ilgisini çekecek samimi bir film. Hele rockseverlerin mutlaka izlemesi gerekir. DVD’de ek olarak kesilmiş sahneler ve yönetmenin sesinden yorumlu anlatım ve fragman var.

BEYAZ BANT - THE WHITE RIBBON

MICHAEL HANEKE'DEN FAŞİZMİN KÖKLERİNE BAKIŞ

 YÖNETMEN: Michael Haneke
OYUNCULAR: Christian Friedel (Öğretmen), Ernst Jacobi (Öğretmen (ses), Leonie Benesch (Eva), Ulrich Tukur (Baron), Ursina Lardi (Barones), Fion Mutert (Sigi)

Beyaz Bant konusuna girmeden önce Michael Haneke sinemasına kısa bir bakış atmak, mesajlarını çözmek açısından gerekli bir adım olacaktır.

Michael Haneke elindeki aynayı insan ruhunun derinliklerine, yaşamda çeşitli yollar ile saptırılmış gerçeğin ‘gerçeğine’ tutmayı seven bir yönetmen. En doğrusu onu zamanın ruhunu iyi kavramış bir düşünür olarak tanımlamak olabilir. Medya simülasyonu, burjuva ahlakının ikiyüzlülüğü, vicdanın yok olması, aşkın şiddetle olan akrabalığı, güvenli yaşam duygusunun yıkılması senaryolarında sık sık başvurduğu ana parçalar. Kendisi bir söyleşide gerçeği tanımlarken ‘Gerçek her zaman parçalıdır, onu fragmanlar yoluyla kavrayabiliriz. Gündelik yaşamamız içinde çok ufak parçalar şeklinde görürüz ve çok azını anlayabiliriz’ diyor.

Standart orta akım izleyicisi bir sinema seyircisi için Avusturya asıllı Haneke iyi bir seçim olmayabilir. Şiddeti, nefreti, kötülüğü en çiğ, en sert şekliyle estetize etmeden yansıtırken seyircisini sürekli tedirgin edip onu düşünmeye, konunun bir parçası olamaya zorlar. ‘Ölümcül Oyunlar'da üst orta sınıf bir ailenin yazlık evlerine giren iki ergenin yaşattığı işkenceler veya ‘Piyano Öğretmeni’nde sevişmenin tecavüze dönüşmesi seyirciyi zorlayan sahnelerdir. İnsanların yaşamı, yaşamadan sadece ‘yapıyor’ olması, günlük ritüellerini yaşam olarak adlandırması, ilişkilerindeki yüzeysellik ve yabancılaşma Haneke’nin tüm filmlerinde yansıttığı, eleştirisel yaklaştığı temalardır. Medya kitle araçlarının sunduğu imajların salt gerçek olarak gösterilmesi ve bunların toplum tarafından böyle algılanmasına isyan eder. Bu çarpıtılmış gerçeklerin, bu gerçek yanılsamasının ekranlara hapsettiği aldatmacayı, insanlığın aczi ve kolaycılığının bir temsili olarak görür.

Her filminde kutsallaştırılan aile geleneğini, dışarıdan pürü pak gözüken orta sınıf ahlakını tehdit eden çağın başka bir gerçeği ile eşleştirir: Saklı-Cache ve Ölümcül Oyunlar’da burjuva ailenin güvenlik duvarlarının yıkılmasını, ilkinde babanın geçmişteki gerçekler ile yüzleşmesini ve bunu ön yargılarına, vicdani kılıflarına uydurarak rahatlama çabası, Piyano Öğretmeni’nde baskılanan duyguların yaşamı tehdit eden şiddete dönüşebileceğini, Kurdun Günü’nde insanın ilkel içgüdülerine sıkıştığı her zaman geri dönebileceğini, Bilinmeyen Kod’da şifreli kapılar ardındaki ulaşılmazlığı, ötekileri yok saymayı vurgular. Modern bireyin sıkıştığı anlarda başvurduğu dua ve inanç oportunizmi onun için çok ironiktir. Çoğunda son dua durumu kurtarmaya yetmez.

Haneke’yi yeniden gündeme taşıyan son filmi Beyaz Bant bir dönem filmi. Genelde öykülerinde yer ve zaman tanımlamayan Haneke bu kez 1913 yılından Protestan bir Alman köyünü ev ev inceliyor. Ebeveyn-çocuk ilişkilerine odaklanıyor. Büyüklerin güç kullanarak yaratmak istediği itaat, çocukların dünyalarında tuhaf yansımalar uyandırıyor. Köy içinde faili meçhul birçok olay vuku bulmaktadır. Çocuklar kaçırılıp işkence görmektedir, bir kadın ölü bulunmaktadır, köyün doktoru kurulan bir tuzak sonrası yaralanmaktadır. Haneke öyküsünü bu suçların çerçevesinde kurarken belli bir gerilimi yaratmayı ihmal etmiyor. Fakat bu gerilimi “suçlu kim, katil kim?” gibi soruları cevaplayarak çözme yoluna sapmıyor. Suçlunun bulunması rahatlatıcı, sorunları kişiselleştirecek bir sonuç olur. Onun derdi bu suçluluk psikolojisinin anonim bir suskunluğa dönüşerek toplumsal bir paylaşıma yol açmasını, 1913 yılının çocuklarının yirmi yıl sonrası olası Nazileri olarak hangi şartlar altında yetişerek geleceği şekillendireceğini göstermektir.

İtaatkar çocukların kollarına bağlanan ve masumiyeti simgeleyen beyaz bant gelecekte Nazilerin sembolü gammalı haç resmini taşıyan kol pazubantını andırıyor. Çocukların yetişmesini masumiyet iskeleti üzerine kurmaya çalışan yetişkinlerin dünyası ise suç ve günah dolu. Çocuk tacizi, kadının aşağılanması, işkence, kırbaç yetişkinlerin kapalı kapılar ardında saklı bir şekilde sürüp gidiyor. Faşizmin tohumlarının ne tür bir yetiştirme süreci içinde, yetişkinlerin hangi ikiyüzlü ahlak anlayışı ile örtüldüğü gerçeğini sakin fakat ürkütücü bir atmosfer içinde anlatıyor Haneke. Ülkemizde yakın geçmişte ortaya çıkan anonim suçların dışarıdan muhafazakar gözüken köylerde olması bu gerçeğin bir örneği değil mi? Burada faşizmin sadece Almanya içinde nasıl kök bulduğunu değil her yerde geçerli olabilecek kökenlerini sergiliyor. Çocuklar ise tüm baskıların altında suskun ve lanetli bir grup gibi topluca hareket ediyor.

Finalde her şey Tanrı’nın kutsal evinde inançlı kitlenin kutsadığı bir evlenme töreninden görüntüler içinde son bulurken yanıltılmış gerçekler üzerine kurulu yaşamlar, öğretilen ritüeller ardına sığınmış olarak varlıklarını sürdürmektedir. Tıpkı ‘Saklı’nın finalinde olduğu gibi. Hiçbir şey olmamışçasına akıp giden yaşam görüntüleri ile son buluyor.

Siyah beyaz resimlerin dönemi ve karanlığı mükemmel yansıttığı bir başyapıt ‘Beyaz Bant’. 2009 Cannes’da Altın Palmiye ödülü kazanan film Haneke’nin gözünden bir dönemden yola çıkarak tüm zamanlara uzanan mesajlar içeriyor.