2001: A SPACE ODYSSEY

2001: UZAY MACERASI (1968)





Yönetmen : Stanley Kubrick
Senaryo: Stanley Kubrick ve Arthur C.Clarke
Oyuncular: Keir Dullea, Garry Lockwood,William Sylvester, Daniel Richter.
Gökyüzüne fırlatılan bir kemiğin evrenin sonsuz boşluğunda uzay aracına geçiş yapması sinema tarihinin en unutulmaz sekanslarındandır. Devamında ise Mavi Tuna’nın eşsiz notaları eşliğinde bir uzay mekiğinin, bir uzay istasyonuna yaklaşmasını izler seyirci. Stanley Kubrick 2001 ile bilim kurgu türüne yeni bir soluk getirirken bir çok klişeyi de yerle bir ediyordu. 2001’e kadar türün diğer örnekleri bilimsel bazı gerçekler üzerinden hareket ederek etkileyici bir kurgu yaratma çabası içindeydi. 


Asimov, Clarke, Heinlein gibi yazarların kitaplarını temel alan bir çok film ya yörüngede dolaşan iletişim uyduları veya robot yasaları ya da yabancı gezegenleri istilaya giden insanlar üzerinden, bilimsel datalar ile güçlendirilmiş bilimkurgu yoluyla, inandırıcı olmaya çalışıyorlardı. Kubrick’in böyle bir çabası  yoktu, o , belgeselci dinginliğinde ilk insandan başlayarak zaman içinde sıçrama yaparak uzay boşluğuna geçer ve insanoğlunun yeni teknoloji içindeki rutin yaşamını sergiler. Rutin bir duruştur  çünkü   insanlar uzay mekiği içinde heyecansız bir şeklide çalışır, işlerini yapar ve bir büro ortamı gibi formalite konuşmalar yaparlar. Dünyadaki aile bireyleri ile yaptıkları konuşmalarda rutin yaşam üzerine yapılan sohbetleri geçmez. Tüm bunlar uzay boşluğu içindeki insanların yalnızlık duygusuna hizmet eden bir yapıyı oluşturur.
Filmin ilk bölümünde yeni ayağa kalkmış ilk insanın, gündoğumundan günbatımına olan tam bir gününü yaşıyoruz.  Çevredeki bitki ile besleniyor, yaşam alanlarını korumak adına dövüşüyorlar. Günün doğuşuyla birlikte uyanan maymun insanlar önlerinde dikilen, kocaman, dikdörtgen,  siyah bir nesne ile karşılaşırlar. İçlerinden birisinin çekinerek nesneye dokunması ilk evrimi oluşturur aynı anda bir diğeri yerden aldığı bir hayvan kemiğini diğer kemiklere vurarak ilk silahı keşfeder. Hayvanlar ile birlikte bitki yiyerek paylaştıkları yaşam alanında ilk cinayeti, ilk silahın yardımıyla işlerler. Öldürdükleri hayvanın etini yerler. Su kenarında yaşayan başka bir klanı basarlar, ilk silah ile kafalarına vururlar, topraklarını ele geçirirler. İnsan evrimi ilk alet ile başlamıştır. Biraz sonra havaya fırlatılan kemik uzay aracına dönüşerek insanoğlunun zaman içindeki en büyük sıçraması gerçekleşir.
Filmin üçüncü bölümünde ise HAL ile tanışıyoruz. Jüpiter görevi için yolda olan aracın ana bilgisayarı olan HAL, mürettebat ile samimi konuşmalar yapacak düzeyde gelişmiş bir  programdır. ‘Korkarım ki’, ‘Çok keyif aldım’ gibi duygusal cümleler ile araçtaki insanlardan daha duygusal bazlı konuşmalar yapabilmektedir. Toplam mürettebat sayısı beştir, bunlardan üçü derin uykudadır. Uyanık olanların başı olan  Dave  bilgisayarın bir hatasını öğrenince onu devre dışı bırakmayı düşünür. HAL insanlardan daha hızlı davranarak birini uzay boşluğuna bırakır uyuyanların da fişini çeker, Dave son anda kurtularak bilgisayarı devre dışı bırakmayı başarır. Finalde araç evren içi bir delikten geçerek zaman içinde yolculuk yapar. Kubrick aracı bir ışık bombardımanından geçirdikten sonra Dave dışarıda uzay boşluğunda astronot kıyafeti içinde yaşlanmış halini daha sonra masada yemek yiyen daha bir yaşlı halini görür. En sonunda yatakta ölmekte olan halini görür. Ölmekte olan Dave karşısındaki siyah dikdörtgen nesneye doğru parmağını uzatmasıyla bir cenine dönüşür. İnsan kurtçuk deliğinden geçerek zaman içi yolculuğunu tamamlamıştır.              
 Film durağan akışına karşın yaşam ve evren üzerine birçok imgeler ile yüklüdür. Seyirci başlangıçtaki sıkıntısını filmin içine girdikçe imgeleri çözmeye yöneltir. Evrim düşüncesini doğum ve ölüm arasındaki bir çizgi üzerinde uzaya yansıtır .  Uzayın derin sessizliğine yüklediği yavaş , yer çekiminden yoksun hareketler ve  Mavi Tuna’nın vals notaları filme estetik ve büyüleyici bir atmosfer ekler. Kubrick 2001 için görsel bir deneyim tanımlamasını yaparken en fazla müzik ve resimden esinlendiğinin altını çiziyordu. Sinemanın yakın akrabaları olan edebiyat ve tiyatroyu uzağa iter büyük usta. 2001 popüler sinemayı en fazla etkileyen filmlerin başında gelir. Bilimkurgu türünü felsefe ile birleştirirken,  uzay aracı tasarımları ile zamanının çok önündedir. Filmin çekildiği dönemlerde uzay mekiği veya uzay istasyonu gibi araçlar henüz ortada yoktu. Bir çok ankette bu filmin neden en başarılı bilim kurgu seçildiğini seyrettikten sonra anlamamak mümkün değil

LA DOLCE VITA

TATLI HAYAT (1960)



YÖNETMEN: FEDERICO FELLINI
OYUNCULAR: MARCELLO MASTORIANNI, ANITA EKBERG,ANOUK AIMEE,YVONNE FOURNEAUX 

 
Federico Fellini adı ile özdeşleşmiş "La Dolce Vita" çağrıştırdığı gibi tatlı, pembe bir yaşamı vurgulamaz. Marcello (Marcello Mastroianni) hayatını magazin muhabirliği yaparak kazanmaktadır. Gecesi, gündüzü sokaklarda, partilerde, gece klüplerinde haber peşinde koşmakla geçmektedir. Paparazzo adındaki fotoğrafçısı ise hep yanındadır. Adı sonraki yıllarda sosyete yaşamının değişmez parçası Paparazzi’lere ilham verir. Zenginlerin, aristokratların, entelektüellerin, sanatçıların eğlencelerinin, sofralarının ayrılmaz bir parçası olan Marcello içinde olduğu materyalist ve abartılı yaşamın getirdiği yozlaşmanın, yalnızlığının farkındadır. Yine de bu zevk aleminden kopamamaktadır. Her fırsatta aldattığı nişanlısı Emma ise anaç tavırları, klasik aile yaşantısına olan bağlılığı ile onun kaçtığı yaşam şeklinin bir sembolüdür. Ondan da sıkılmasına rağmen bir türlü ayrılamamaktadır Marcello. Yaşamının her şekliyle aralara sıkışmış bir insanı temsil eder. Fellini gerçek yaşamdan adeta cımbızla çekip çıkardığı karakterleri yaşamının yedi gününü anlattığı Marcello’nun karşısına çıkartır; kendisiyle bir kenar mahalle genelevinde sevişen, evlilikten sıkılmış Maddelena (Anouk Aimee), İsveç-Amerikan kırması Diva (Anita Ekberg), intihar ederken iki çocuğunu da öldüren zengin dost Steiner (Alain Cuny), kıskanç nişanlı Emma (Yvonne Fourneaux), evliliğini bitirmesini striptiz gösterisi ile kutlayan Nadya...

’Ben filmleri değil filmler beni çeker’ diyen Fellini altmışlı yılların değişen değer yargıları içinde müptezellik sınırındaki abartılı yaşamları yansıtırken farklı bir sinema dili kullanır. Doğal sakin, gerçekçi anlatımı ile kendi akışında özgün bir üslubu yarattığı film olur La Dolce Vita. Film muhafazakar İtalya'da bir olaya dönüşür, Fellini dışlanmak istenen bir adama dönüştürülür sürekli filmin negatiflerinin yakılmasından, pasaportunun alınmasından bahsedilir, basında her gün kendisini karalayan yazılar çıkar. Padoa'da bir kilise şöyle bir afiş asar : ''Günahkarlığı herkesçe bilinen Federico Fellini'nin kurtulması için dua edelim''. 
 Fellini büyük yankı uyandıran parti sahnelerini bu tür burjuva eğlencelerini hiç yaşamadan çekmiş. ''Oyuncularımı hiç mantıklı olmayan, müptezel tavırlar önererek oynattım'' der bir söyleşisinde. Filmi kendisini özgürleştirmek adına özellikle edepsiz anlatma duygusunu tatmin için çevirdiğini anlatır.      

Anita Ekberg ve Marcello Mastorianni’nin oynaştıkları Trevi Çeşmesi'ndeki kareler sinema tarihinin en ünlü görüntülerinden birisi olur.

ROCCO VE KARDEŞLERİ (1960)



Luchino Visconti’nin 1960 da yönettiği ‘Rocco ve Kardeşleri’ İtalyan Yeni Gerçekçilik  akımının en iyi örneklerinden olup,  zaman aşımını atlamış filmlerden birisidir. Alain Delon, Anna Magnani, Annie Girardot, Renato Salvatori gibi dönemlerine silinmez imzalar atmış oyuncuları bir araya getiren filmi tanıtmadan önce biraz Visconti’den bahsetmek gerekir. Köklü ve soylu bir ailenin çocuğu olarak 1906 yılında dünyaya gelen Visconti aristokrat  sınıfın kaçınılmaz klasik eğitimini kendi arzusuyla ağırlıklı olarak sanat üzerine görür.  1936 da Paris’e gider Jean Renoir’ın tiyatrosu ‘Une Parie de Compagne’ da yönetmen yardımcılarından birisi olarak çalışmaya başlar.Aynı yıl Fransız Komünist Partisine kaydolur  ve dünya görüşünde büyük değişimler yaşar. İlk filmini 1942 de James M.Cain’in ünlü romanı ‘Postacı Kapıyı İki Kez Çalar’ ‘dan senaryolaştırdığı Ossesione ‘yi çeker .Film çok kısa süre gösterimde kalır ve müstehcen bulunarak imha edilir. İtalya’da savaş sonrası sıkıntıları yansıtan Yeni Gerçekçilik akımının en tipik örneklerinden olan ‘Yer Sarsılıyor-La Terra Trema’ ‘u 1947 de çeker. Yeni Gerçekçilik stüdyoların terk edilip kameranın sokağa çıktığı, yaşamı tüm çıplaklığıyla, savaş sonrasının fakirliğini, acılarını teknik olarak yapay ışık kullanmadan, oyuncuların doğaçlamayı tercih ettikleri bir tür olarak Visconti, De Sica, Rosselini gibi yönetmenlerin önderliğinde başlar. Gerçekte tür Mussolini ve faşist hükümete bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. 1950 de İtalya ve idareyi kötü gösteren filmleri yasaklayan kanunlar bu türün karşısına dikilir. Her şeye rağmen bu türün etkileri altmışlı yılların sonlarına kadar sürer. ‘Rocco ve Kardeşleri’, ‘Roma:Açık Şehir’  ve ‘Bisiklet Hırsızları’  bu akımın en önde gelen baş yapıtlarıdır.
Rocco ve Kardeşleri tipik bir göç filmidir.  Sicilya’nın küçük bir köyünden ekmek parası uğruna sanayi kenti Milano’ya gelen bir anne ve beş oğlunun trajik öyküsünü anlatır.Oğullarına kol kanat geren fedakar annenin tüm çabalarına karşın aile büyük  kentin labirentinde dağılır, gider. Üç saatlik epik öyküde her bir karakter farklı bölümlerde öne çıkar. Başta tüm aileyi koruyan anne (Anna Magnani) daha sonra büyük kardeş Simone (Renato Salvatori) ve ortanca  Rocco (Alain Delon) finalde ise  Ciro son sözü söyler. Boksta yetenekli olmasına karşın serseri ruhuna esir düşen Simone ailenin en aklı başında ve iyi niyetli kardeşi Rocco ile bir kadın için birbirlerine düşman olur. İki kardeşi birbirine düşüren Nadine  (Annie Girardot) sokaklarda fahişelik bile yapan, hafif meşrep genç bir kadındır. Rocco bokstan kopan ve uçan kuşa borcu olan ağabeyinin yerine boksa başlar ve kısa sürede başarılı olur. Simone’un kendisine yaptığı tüm kötülüklere karşı ona maddi, manevi yardımcı olmayı sürdürür. Her geçen gün aile üzerindeki otoritesini ve koruyuculuğunu yitiren anne finalde çaresiz bir karaktere dönüşür. Diğer kardeşlerine oranla  kent kültürünü daha iyi yakalayan Ciro ise artık özlemini çektikleri köylerine dönemeyeceklerini,  köylerin de zamanla kent bilincine ulaşıp saflığını yitireceğini, yine de gelecekten umutsuz olmamak gerektiğini söyler.
Genç Alain Delon  Visconti ile ilk çalışmasında ve kariyerinin en önemli rollerinden biri olacak olan Rocco karakterinde çok etkileyici bir oyunculuk gösterir. Saflık derecesinde iyi niyetli bir karakter olan Rocco adeta Dostoyevski romanlarından çıkma bir karakterdir. Kötü kardeş Simone rolünde Renato Salvatore ve gencecik Annie Girardot  hafif meşrep Nadine’de unutulmaz performanslar sergiler.
Lucino Visconti komünist ideolojiye olan bağlılığını geç dönem filmlerinde yitirerek çürüyüşünü ve inançsızlığını yansıttığı sınıflara duyduğu özlemi, eskinin yıkılmayacak olacağını göstererek yaşatır. Toplumsal ve çözümcü kimliğini yitirerek öznel ve kişisel bir sinemaya yönelir. Usta yönetmen 1976 yılında 70 yaşında aramızdan ayrıldı.
Önemli Filmleri                                            
La Terra Trema-Yer Sarsılıyor 1948
Senso-Günahkar Gönüller (1953)
Rocco e i Soui Fratelli-Rocco ve Kardeşleri (1960)
Il Gattoparda-Leopar (1963)
Il Caduto Degli Dei-Lanetliler (1969)
Morte a Venezia-Venedik’te Ölüm (1970)
Gruppo di Famiglia ai un İnterno-Aile Toplantısı (1976)    
     

APOCALYPSE NOW

KIYAMET (1979)

Yönetmen: Francis Ford Coppola
Oyuncular : Martin Sheen, Marlon Brando, Dennis Hopper, Robert Duvall.



 Çevrimi çılgın bir süreçte geçen 'Kıyamet-Apocalypse Now' sinema tarihinin en önemli savaş filmlerinden olması yanında kimi kareleri ile bir opera sahnesini anımsatır.Coppola'nın Joseph Conrad'ın 'Heart  of Darkness' adlı romanından uyarladığı  film, savaşı delilik sınırı bir ortamda yansıtır.Willard ( Martin Sheen) Vietnam'da yaşadıklarından sonra normal yaşama dönme şansını yitirmiş bir adamdır. Ona yeni görev olarak birliğiyle  Kamboçya’ya geçerek kontrolden çıkmış Albay Walter E.Kurtz’u (Marlon Brando) bulup, öldürmesi istenir. Willard ve ekibi dar bir nehri takip ederek Kamboçya’ya ulaşmak için yola çıkar. Yolculuk esnasında her an olabilecek silahlı bir saldırı tehlikesi bilinçleri bulanık askerleri kontrol edilemez yaratıklara dönüştürür. Kamboçya’da Kurtz’un bölgesine ulaştıklarında kendilerini adeta distopik bir ülke karşılar. Dünyadan saklı bir toprak parçasında Kuntz ölüme tapan bir kabilenin kralı olmuştur. 

Her bir karesiyle sanki mükemmel bir film nasıl yapılır dersi veren Coppola savaşın şiddetini her saniye hissettirir, bir çok sekans unutulmaz bir şekilde izleyicinin hafızasına yerleşiyor. Wagner müziği eşliğinde yapılan helikopter saldırısı, bir yanda köy yakılırken diğer tarafta sörf yapan asker, kabilenin canlı bir ineği palalar ile parçalayarak kurban etmesi gibi… 

Üç yıl önce filmin Redux versiyonu çıktı ve ilk versiyondan 49 dakika daha uzundu. İlk sinema versiyonunda olmayan Fransız plantajı sahnelerinin tümü Redux versiyonuna eklenmiş. Anti kahramanları, bulanık zihinlerin kol gezdiği, çekik gözlülerin insani zayıflıkların köleleri olarak kullanıldığı, savaş sahnelerinin cehennemsi renklerine eşlik eden operamsı görkem Kıyamet’i standart bir savaş filmi olmaktan çıkarıyor. Savaşı söyleyecekleri için bir vasıta olarak kullanan ağır bir psikolojik drama dönüştürüyor. Coppola gerçek üstü sınırlarına dayanan görüntüler ile yaşananları sanki dumanlı dimağların bir eğlencesi ya da bir savaşı olarak gösteriyor. Nehir kenarında askerlerin Playboy kızları ile yaşadığı ‘Aç, Aç’ eğlencesi, helikopter ile taşınan inek, Wagner müziği eşliğindeki helikopter saldırısı, bombalar altında sörf gösterisi, Kuntz ve kabilesinin yaşadığı kesik kafalar ile dolu köy normal dimağın kolay kolay gerçekleştirmeyeceği bir gerçek. Ya cinnet ya da yüksek doz uyuşturucu etkisi olarak düşünüyor ayık bir insan. Bu yönden bakıldığında Kıyamet zaman aşınmasını aşan, farklı yorumların her dem taze tutacağı bir başyapıta dönüşüyor. 

SCARFACE

YARALI YÜZ-(1983)

YÖNETMEN: BRIAN DE PALMA
OYUNCULAR: AL PACINO, MICHELLE PFEIFER, STEVEN  BAUER,MARY ELISABETH MASTRANTONIO.
‘Yaralı Yüz-Scarface’ 1983 yılında gösterime girdiğinde, gelecekte modern klasikler arasında gösterilecek bir film olabileceğini kimse tahmin edemezdi. İlk seyredişimde sinema salonundan çıkarken, yumruk yemiş gibi sersemlemiştim. Filmdeki şiddet sık rastlanır cinsten değildi, anlatımın alıştığımız stilize gangster filmleri ile benzeşen hiçbir yönü yoktu. O yıllarda esen ‘Baba-Godfather’ın destansı havasından, sempatik gelen mafya karakterlerinden sonra acımasız Tony Montana hiç hoşlanılacak bir tip değildi. Al Pacino’nun gerçek bir tragedya kahramanına dönüştürdüğü Montana zamanla sinema tarihinin en unutulmaz karakterlerinden birisi oldu.Tek bir esprinin olmadığı iki saat boyu, onun ifadesiz bakışlarını, ani patlayışlarını seyretmek ürpertici bir etki bırakıyordu. Havana’nın arka mahallerinden göçmen olarak iltica ettiği bir ülkede, uyuşturucu kartelinin üst basamaklarına tırmanan, tırmandıkça sertleşen, görgüsüzleşen bu anti kahraman Pacino’nun dışa vurumcu performansı ile tartışılan bir kahraman oluyordu. Montana Pacino’nun kariyeri boyu gölgesinden kurtulamadığı bir figür oldu. Bir çok eleştirmen Pacino’nun performansını abartılı hatta karikatürize buldu. Bazıları bu kadar kötü bir performasın nasıl bir kült kahramana dönüştüğünü anlayamadı. Hele konuştuğu garip lehçe komik bulundu. Sinema tarihinin ‘fuck’ kelimesinin (226 kez) en fazla kullanıldığı film olarak da ünlenir Yaralı Yüz.  
Brian De Palma birbirinden farklı türlerde  filmler yapmayı seven bir yönetmen Hitchcockvari bir gerilimden, Mars’a yolculuk yapan bir maceraya atlar. 1932 tarihli filmin tekrar çevirimi olan Yaralı Yüz’ün orijinal mekanını Chicago’dan Miami’e taşır. Kahramanını sevimsizleştirmek için elinden geleni yapar. İstediği özenilecek bir gangster değildir o gerçek yaşamdaki gibi bir pisliği yansıtmak ister. Amacına da ulaşır. Banyoda elektrikli testere ile yapılan katliam kolay kolay dayanılacak sahneler değildir. O yıllarda  kokain çok yaygın olmadığı için filmlerde de sık görülmezdi. Palma ise masa üstü dolusu kokaini çektirir anti kahramanı Montana’ya. Sosyal bir drama olarak tasarladığı öykü  bir tragedyaya  dönüşür.Senaryonun Oliver Stone’un kaleminden çıktığını da unutmamak gerekir. Stone’un her türlü yeteneğini radikalce kullandığı yıllardır. 
Filmin en olgun performanslarından biri  o yıllar için daha tanınmamış bir oyuncu olan Michelle Pfeifer’den gelir. Montana’nın sevgilsi Elvira’yı oynarken adeta döktürür. Bir mafya sevgilisi ancak bu kadar soğuk, ifadesiz ve gerçek oynanır. Soğuk güzelliğini mesafeli oyunculuğu ile birleştirir. Montana’nın bir meta olarak gördüğü Elvira isyanını ara sıra patlamalar ile gösterir. Restoranın ortasında Montana ile yaptıkları şiddetli kavga onun isyanlarından birisidir. Montana’nın ortağı, kaderini paylaşan adam Manuel Ray’ı canlandıran Steven Bauer performansı ve fiziği ile son derece inandırıcı bir karakterdir. Kızkardeşi Gina’yı oynayan (Mary Elisabeth Mastrantonio) sıcak oyunculuğu ile tam bir latin dilberidir. Tony’nin kızkardeşine uyguladığı baskı tam ortaya çıkmayan bir ensest aşk yönündedir.  
Yaralı Yüz’ün geçen süre içinde nasıl bir kült filme dönüştüğü net olarak yanıtlamayan bir soru olarak kaldı. Seyircinin sinemada gittikçe artan şiddeti kanıksaması, filmin artan popülaritesinin en büyük gerekçelerinden birisi oldu. Şiddeti estetize ederek herkesin seyredebileceği şekle dönüştüren Kill Bill, Testere, Rezervuar Köpekleri, Old Boy, The Killer, Rambo karşısında Yaralı Yüz sıradan bir şiddet filmi kalır.

NO COUNTRY FOR OLD MAN

İhtiyarlara Yer Yok


YAŞAMIN ACIMASIZLIĞINDAN İNSAN MANZARALARI


Yönetmen, Senaryo ve Yapımcı: Ethan ve Joel Coen

(Cormac McCarthy’nin aynı adlı romanından)

Görüntü Yönetmeni: Roger Deakins

Oyuncular: Javier Bardem, Tommy Lee Jones, Josh Brolin, Woody Harrelson,Kelly Macdonald.

  Hollywood’un klişeleri değişiyor mu? Daha genç yönetmenlerin özgün öyküleri ve dinamik anlatımları klasik sinemanın güvenilir şablonlarına dayanan filmlerine tercih ediliyor artık.'İhtiyarlara Yer Yok' kazandığı  2009 Oscar ödülü ile bu değişimin bir habercisi oldu.
Sıra dışı karakterleri, sert, oldukça kanlı fakat bir o kadar da zekice yazdıkları senaryolarıyla kendilerine özgü bir sinema dili yaratmayı başarmış olan Coen Kardeşler  çıtayı biraz daha yükseltiyor. ‘İhtiyarlara Yer Yok’un genel atmosferine yükledikleri tekinsiz atmosfer ile toplumsal depresyonu ve çıkışsızlığı baştan sona hissettiriyor. Uçuk kaçık tipleri yaratmada kusursuz işler başarmış olan Coen Biraderler ilk kez mesaj verme kaygısı taşıyor. Daha ilk karelerden itibaren boş, insansız Amerika doğasına eşlik eden Tommy Lee Jones‘un sesi geçmişte yaşadığı sadece zevk için 14 yaşında bir kızı öldürmüş genç bir çocuğun öyküsü filmin ruhunu deşifre ediyor. Boşluk, frenlenemeyen insan öldürme arzusu. Elinde taşıdığı basınçlı cıvata tabancası ile sakin ve ifadesiz bir şekilde insan öldüren Anton Chigurh (Javier Bardem) şüphesiz filmi ruhen taşıyan karakter. Başlangıç bölümünde Chigurh ile benzin istasyonunda çalışan yaşlı adam arasında sinema tarihinin en ilginç diyaloglarından birisi geçiyor. Öldürmek için kendisine geçerli bir neden arayan katil ile bundan habersiz avı arasındaki gerilim yazı tura ile sonlanıyor. Karakter yaratmadaki ustalıklarını atmosfer ve mekan konusunda da göstermeyi başaran Coen Kardeşler bu konuda yıllardır birlikte çalıştıkları görüntü yönetmeni ışık cambazı olarak anılan Roger Deakins’ten en büyük desteği alıyor. Bu yıl Oscar ödüllerine ‘Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikasti’ ve ‘İhtiyarlara Yer Yok’ ile aday gösterilen Deakins’ın kamerası sıcak, bunaltıcı, çorak Teksas manzaraları ile karanlık, tekinsiz iç mekanlar arasında gezinirken karakterlerin ruhlarını resmediyor adeta. Filmin büyük bir bölümüne hakim sessizlik veya sinir bozucu çevre gıcırtıları Leone westernlerini anımsatıyor. Carter Burwell tekinsiz müziğiyle ortama gerekli katkıyı yapıyor. Bu atmosferde tüm film kara bir western gibi akıyor, gidiyor.


Her şey Lleweyn Moss’un (Josh Brolin) antilop avlarken çorak arazide tesadüfen bir çok ceset ve siyah bir çantada iki milyon dolar bulmasıyla başlıyor. Para ve cesetler uyuşturucu satışı sırasında çıkan çatışmadan geriye kalanlardır. Böyle bir paradan ne Moss’un ne de gerçek sahiplerinin vazgeçmeye niyeti vardır. Peşine düşen adamların tetikçisi psikopat katil Chigurh'dur. Adam öldürmeyi en ufak duygu emaresi göstermeden sadık bir görev bilinci içinde yürüten Chigurh sinema dünyasının en çarpıcı katilleri arasında yer almaya aday. Kurbanlarına öldürmeden önce kısa bir söylev vermeyi de ihmal etmeyen, filmin sergilediği vahşi, acımasız modern yaşam tablosuna en fazla katkı yapan karakter. Bu rolüyle En İyi Yardımcı Oyuncu Oscar’ını (filmde baş rol erkek oyuncu olmadığını da belirtmek lazım) kazanan Javier Bardem bunu fazlasıyla hak ediyor.
Öykünün en önemli karakterlerinden birisi Tommy Lee Jones’un canlandırdığı Şerif Ed Tom Bell . Değişen ve erozyona uğrayan insan karakterine akıl sır erdiremeyen, üçüncü sayfa haberleri karşısında sarsılan, yılgın bir karakter. Nasıl olur da insanoğlu bu kadar vahşileşebilir? sorusuna yanıt veremeyen çaresiz bir kanun adamı. Josh Brolin bu yıl ‘Amerikan Gangsteri’nde başarıyla canlandırdığı uyuşturucu ticareti yapan polis rolünden sonra parayı kaçırmaya çalışan dürüst, iyi niyetli Lleweyn Moss karakterinde de son derece başarılı.


Seyircinin beklediği final gerçekleşmiyor. Film sonrası ‘ne oldu yahu?’ diye sorabiliyor salondan çıkarken. Coen Kardeşlerin de istediği bu sonuçsuzluk, boşluk duygusunun devamı. Final bölümünde Şerif Bell’in ihtiyar adam ve karısıyla olan konuşmalarında tam anlamlar çıkmasa da yaşamın ve acımasızlığın devam edeceğini düşündürüyor. İçine girilmesi zor bir film ‘İhtiyarlara Yer Yok’ . Bittikten sonra seyretmeye devam edilecek müstesna bir başyapıt.

LE SAMOURAI – SAMURAY 1967


SİNEMANIN EN KARİZMATİK TETİKÇİSİ


 

 YÖNETMEN :JEAN -PİERRE MELVİLLE
OYUNCULAR : ALAİN DELON, NATHALİE DELON, FRANÇOİS PERİER.

‘Samurayın yalnızlığından daha büyük bir yalnızlık yoktur. Belki ormanda yaşayan kaplanın yalnızlığı eş değer olabilir’ (Bushido). Samurayın nasıl yaşaması gerektiğini öğreten Bushido kitabından alınan bu sözcükler jenerikte  belirir. ‘Le Samourai-Samuray’ jeneriğin aktığı ilk karelerden itibaren farklılığın işaretlerini verir. Kamera sabittir. İki büyük pencereden süzülen gri gökyüzünün ışığının aydınlattığı odada sağ kenarda büyük yatağın üzerine uzanmış giyinik bir adam sigarasının dumanını tavana doğru üflemektedir. Sessiz odada sadece dışarıdan gelen yağmurun sesi duyulmaktadır, tam ortada sehpanın üzerinde bir kuş kafesi durmaktadır. Adam yataktan kalkar, kafese doğru ilerler, kuşa bakar elindeki para destesini kafesin tellerine sürter. Şık giyimli yakışıklı bir adamdır. Karşı duvardaki şömineye doğru ilerler ve para destesini buraya saklar,  pardesüsünü giyer,  şapkasını başına özenle oturtur ve kapıdan çıkar. Bu kısa akış bile yalnız bir adamın dünyasına girmemiz için yeterlidir. Kaldığı oda, bu karizmatik ve şık adamla tezat teşkil edecek kadar loş ve izbedir. Kara Film türünün vazgeçilmezlerinden olan bu yalnız kahramanın, bir kiralık katil  olduğunu kısa bir süre sonra öğreniriz. Her şey Bushido kitabında yazıldığı gibidir, onun yalnızlığı başka yalnızlıklara benzemez.
Yönetmen Jean-Pierre Melville’in polisiye türüne getirdiği en büyük yenilik sessizliğin yarattığı boşluğu, varoluşçu, şiirsel bir atmosfer olarak ifade etmesidir. Samuray konuştuğunda kısa ve soğuk cümleler kurar fakat arkasından mutlaka kararlı bir eylem gelir. Bu soğuk sözcüklerin ve kararlı hareketlerin seyircide yarattığı hipnotik etki, sinema tarihinin en karizmatik kahramanlarından birisini yaratır: Jeff Costello. Hüzünlü ve soğuk bakışlarını çevreleyen sessizlik halesi tüm bedenini duygusuz bir varlığa dönüştürür. Bu soğuk duruş onun profesyonelliğinin ve acımasızlığının kanıtı gibidir. Tek duygusal kırılması sevgilisine yaptığı ziyaretlerde görülür. Filmde ilk on dakika hiçbir konuşma yoktur ve sadece çevrenin sesi duyulur.
İşlediği cinayetten sonra polis soruşturması ve takip sahneleri polisiye türünün alışılmış heyecanını ve koşuşturmasını taşımaz. Her şey durağan ve yaşam kadar gerçektir. Jeff  nasıl bir entrika içinde yer aldığını bilmez, kendisine öldürme emrini kim vermiştir, neden vermiştir başta hiç ilgilenmez. Sıkıştırıldığnda  peşindeki adamdan patronun kim olduğunu öğrenir. Önemli olan olayın nedeni değil, olayların içindeki adamın yalnız kurt duruşudur. Melville bu filme kadar sadece film yönetmiştir, Samuray sonrası ise ‘Melville Filmlerini’ yönetir. Kendisinden sonra bir çok sinema adamı yarattığı kahramandan etkilenmiştir bilhassa Uzak Doğu sineması bu soğuk ve karizmatik yaklaşımdan çok esinlenir. John Woo’nun yönettiği The Killer’da (1989) tetikçinin adı Jeff’dir(Yun Fat-Chow), Michael Mann’ın Collateral’deki kiralık katili Vincent (Tom Cruise)  Samuray’ın Los Angeles temsilcisi gibidir. Tarantino’nun siyah takım elbiseli 'Rezervuar Köpekleri' veya 'Ucuz Roman' kahramanları, Jeff ile yakın akrabalık ilişkisi içindedir. Alain Delon kendi kariyerinde de bu kahramanın etkisinden kurtulamaz ve benzer soğuklukta karakterleri çok sık canlandırır.     

BLADE RUNNER

BIÇAK SIRTI (1982)

YÖNETMEN: RIDLEY SCOTT
OYUNCULAR: HARRISON FORD, RUTGER HAUER, SEAN YOUNG, DARYL HANNAH

Tüm zamanların en iyi bilimkurgu filmlerinden birisi olarak gösterilen ‘Bıçak Sırtı-Blade Runner’ ilk gösteriminden 28 yıl sonra güncelliğini ve özgünlüğünü hala koruyor. 2004 yılında İngiltere’de farklı dallarda çalışan on bilim adamının oylarıyla en iyi bilimkurgu seçilen filmi bu kadar ayrıcalıklı yapan nedir ? İlk çıktığında Amerika’da sıradan bir aksiyon muamelesi gören Blade Runner, yıllar geçtikçe nasıl bir kült filme dönüştü ? Her şeyden önce filmin bilimkurgu türü için alışılmadık karanlık evreni seyirciyi etkiliyordu. 2019 yılında geçen füturistik bir hikayede ellili yılların Film Noir (Kara Film) görselliği hakimdir. Sürekli yağmur yağan bir kente dönüştürülmüş Los Angeles klostrofobik devasa bir metropol gibi görünür; piramidal dev gökdelenler, ıslak ve çöp dolu sokaklar, her yerden yükselen duman bulutları, çatıdan çatıya uçabilen polis otomobilleri, tavanlarda dönen klasik pervaneler, eski tarz demir kapılı asansörler, retinadan kimlik okuyan tarayıcılar hepsi atmosferin ayrıntılarını oluşturuyordu. Geçmişin ve geleceğin harmanlaması gibi gözüken karanlık bir atmosfer   1981 yılına kadar gezegenler arası savaş ,uçan uzay araçları , uzaylı yaratıklar  olmadan çevrilen böylesine farklı bir evrene sahip benzer bilimkurgu olmamıştı. Öykü 2019 yılında geçmese rahatlıkla detektif filmi türüne dahil edilebilirdi. Ridley Scott 1980’de Alien ile kazandığı başarıdan sonra ikinci kez bir bilimkurgunun yönetmenliğini üstlenir. Film bilimkurgu türünün Cyperpunk olarak adlandırılan bir alt açılımının öncüsü olur.
Tyler Corporation adında bir şirket dört yıl ömürlü Replikan (Kopya) adı verilen robotlar üretmektedir. Son ürettikleri Nexus 6 adlı robot jenerasyonu diğerlerine oranla daha kuvvetli ve zekiydi hatta yaratıcılarına eşit zekaya sahipti. Bu robotlar başka gezegenlerin keşfi için dünya dışına gönderilen kölelerdi . İsyankar bir grup daha uzun ve insani bir yaşam arzusuyla  dünyaya kaçar. İsyankarları avlayan Blade Runner Ünitesinin başarılı detektifi Deckart (Harrison Ford) grubun lideri Roy  Batty (Rutger Hauer) ve diğerlerinin peşine düşer. Kovalamaca finalde her iki tarafın bir çatıda buluşmasına dek sürer ve unutulmaz sekanslardan birisi olarak sinema tarihine geçer.
Öykünün en ilginç yönü karakterlerdeki çelişkidir. Replikanlar şiirsel söylemleri olan, duyarlı robotlardır. İnsanlar ise hesapçı , yıkıcı , acımasız programlı karakterler olarak çizilir. Ridley Scott’un yönettiği sinemanın kilometre taşı olan bu filmin Vangelis tarafından bestelenmiş müziği daha ilk kareden itibaren atmosferi kucaklar.
Harrison Ford’un dış dünya ile ilişkisi umursamaz, mesafelidir hareket eden her şeye şüpheci bakışlar atar. Rutger Hauer mükemmel bir android portresi çizer. Kendisini tüm sinema dünyasına tanıtan bu performansı kariyerinin zirvesi olur. Perdenin en güzel kadın oyuncularından olan Sean Young, bilhassa erkek seyircilere ‘böyle güzel android’i kim istemez ?’ iç geçirtir. Film Philip K. Dick’in ‘Do the Androids Dream of the Electric Sheep?’ adlı öyküsünden uyarlanır ve sinema dünyasının dikkatini artık hayatta olmayan bu yazarın üzerine çeker. Sonraki yıllarda ‘Azınlık Raporu-Minority Report’ başta olmak üzere birçok romanı sinemaya uyarlanır.
Film çekimleri olukça gergin bir atmosferde geçer yönetmen, oyuncular ve yapımcılar arasında anlaşmazlıklar çıkar. Ayrılan bütçe çekimlerin ortasında biter, yeni yapımcılar katılır. Harisson Ford filmde arka planda duyulan anlatıcı sese karşı cephe alır. Filmin ilk test gösterimlerinde seyirciden olumlu dönüş olmayınca, yapımcılar Scott’dan farklı bir final –daha bir mutlu final-ister. Scott’un ret etmesi üzerine onu kurgu masasından uzaklaştırır ve istedikleri finali eklerler. 1992 ve 2000 yılında  yönetmenin kurgusu olarak çıkan iki DVD’de Scott tüm soruların yanıtlarını açık tuttuğu finali ekler.
‘Bıçak Sırtı-Blade Runner’da gişede ilgi görmeyen fakat zamanla bir kült filme dönüşen ve modern klasikler arasına katılan bir filmdir.