KİM KİMİNLE NEREDE - WHATEVER WORKS



WOODY ALLEN TEKRAR NEW YORK’TA 


YÖNETMEN: WOODY ALLEN
OYUNCULAR: LARRY DAVID, EVAN RACHEL WOOD 



Woody Allen son filmi ‘Kim Kiminle Nerede’ ile nevrotik büyük kent insanının dünyasına yeniden geri dönüyor. Bu karakterlerini yaşattığı New York sokaklarına yeniden kavuşuyor.


Yönettiği son üç filminde Maç Sayısı, Cassandra’nın Rüyası, Vicky Barcelona' da Avrupa kıtasına göç eden Allen’i, kendisinden çok da alışık olmadığımız konularda haşır neşir olurken izledik. Maç Sayısı ve Cassandra’nın Rüyası'nda da polisiye türüne göz kırpan Allen, Barcelona’da Avrupa hayranlığını yaşayan Amerikalılar ile dalgasını geçiyordu. Egosantrik, mizantropik  arayış içindeki New York bunalmışlarından artık vaz mı geçti derken ‘Kim Kiminle Nerede-Whatever Works’ geldi ve ben, şahsen huzur buldum. Onu bu evrende tanıdık, sevdik. Huysuz entelektüeller, şişik egolar, burjuvanın iki yüzlü dünyasını beyazperde de onun kadar keskin ve eğlenceli eleştiren kimse olmadı denilebilir.

Bu kez alter egosunu Larry David oynuyor. Seinfeld ve Curb Your Enthusiasm gibi TV dizilerinin yaratıcısı olan David yazdıkları, oynadıkları ile Allen’in adeta bire bir kopyası. Çevresi ile uyumsuzluk yaşayan, mesleği olan fizik profesörlüğünü de terk etmiş olan Boris Yelnikoff karakteri tam bir New York nevrotiği. Standart olan her şeyi eleştirirken, kendi standartlarını oluşturmakta zorlanan yaşamın her türlü sırrını fiziğin kuralları içinde açıklamak için çırpınan işin komiği çözdüğüne inanan kibirli bir adam. Buna karşın iki kez başarısız intihar girişimi yapıyor. Felsefe profesörü, lokantacı, yazar, fotoğrafçı gibi elit sınıfa ait arızalı tiplerle dolu bir çevre. Kısacası Woody’den görmeğe alıştığımız takıntılı bir karakteri oynuyor David. Sadece onun kadar sempatik gözükmüyor.

Film, tamamen teatral bir havada akıyor. Boris sık sık seyirciye dönerek içini döküyor. Bu muhabbet ortamı her şeyin bir oyun olduğunu hatırlatıyor izleyene. Allen, muhafazakar kesime bilhassa Cumhuriyetçilere olan eleştirilerini her zamanki şiddetinde sürdürüyor.

Kısaca Woody Allen geçmiş dönemdeki New York filmleri kadar formunda olmasa da, yine klasik üslubunu koruyan, eğlendirmeyi garantileyen bir filme imza atmış.

Kırık Kucaklaşmalar - Los Abrazos Rotos

KIRIK AŞKLAR, KIRILMIŞ YAŞAMLAR

 
Yönetmen ve Senarist: Pedro Almadovar
Oyuncular: Penelope Cruz, Lluis Homar, Blanca Portillo, Jose Luis Gomez



Pedro Almadovar melodram türünü, hayatın gerçeklerini, acı ve tutkularını anlatan öyküler ile harmanlayan nevi şahsına münhasır bir yönetmendir ve değişmeyen bir sinema dili vardır.

Bilmediğiniz, herhangi bir filminden seyredeceğiniz rastgele bir kaç sahneden Almadovar olabileceğini kolaylıkla tahmin edersiniz. Kırmızı renkli bir kadifeye benzer filmleri. Kadife kadar yumuşak, dökümlü ve kışkırtıcı. Tutku, şehvet, kişisel sırlar, aldatışlar, saklı geçmişler, ailenin bir araya gelmesi veya dağılması, ölüm, geriye dönüş, kıskançlık, yalnızlık onun karakterlerini bekleyen akıbetlerdir. Aşk onun için şehvet ve tutku arasında gidip gelen bir tramvaydır. Filmleri sinema sanatına göndermeler ile doludur. ‘Sinema insan yaşamının boşluklarını dolduran, yalnızlığını unutturan bir nesnedir’ der söyleşilerde. Öyküleri ise onun bu iyimser söylemini yalanlar cinsten sert, acımasız, ölümcül yaşamları resmeder. En umulmadık anda ortaya çıkan bir öldürme, insanların yaşamını aniden tersine çevirir. Öldürme sahneleri şematik, ritüalize edilmeden duygudan arınmış olaylar olarak yansır perdeye. Öldürme anının şiddeti onun ilgilendiği bir mevzu değildir. O sadece sebep/sonuç ilişkisi için öldürtür karakterlerini. Tutkunun doyumsuzluğu, cinselliğin sonsuz labirenti içinde tüm kontrolü yitirtir karakterlerine. Her filminin omurgası vazgeçemediği melodramik temeli korur. Her şey onun üzerine inşa edilir. Komedi, gerilim, tutku melodram ile birleşir. Bazı sahneleri TV dizilerinin kitsch görüntülerini andırır. Makyajlı, frapan kadınlar oturup seks, aldatma üzerine geyikler yapar. Kırmızı başta olmak üzere tüm cafcaflı renkleri kullanmayı sever. Olay akışı ara sıra bir Yeşilçam filmi gibi seyreder.

Almadovar’ın son filmi ‘Kırık Kucaklaşmalar’ onun türüne alışkın seyirciyi memnun etmeye yetecek doza sahip. Geçmişteki yaşamını silmiş artık kör bir yönetmen, erkekleri tutkuyla kendisine bağlayan ve kullanan güzel bir kadın, yaşamını bir erkeğe adamış arka planda kalmış diğer bir kadın ve kadınını kaybetmemek için her şeyi yapmaya hazır kıskanç ve ihtiraslı bir adam. Üstadın sevdiği tüm hasletleri yaşayan dört karakter. Mateo Blanco, takma Harry Caine (Lluis Homar) adıyla filmlere senaryolar yazan kör bir adamdır, aynı zamanda yapımcısı olan sadık arkadaşı Judith‘in yardımlarıyla yaşamını sürdürmektedir. Judith’in oğlu Diego ona senaryo yazımında yardımcı olmaktadır. Bir gün çıkagelen bir adam onun tüm yaşantısını geçmişine götürür. 14 yıl önce yaşanmış ve artık çekmecelerdeki resimlerde, video karelerinde yaşayan bir aşkı anımsatır. O zamanlar ünlü bir yönetmendir Mateo. Bir filminde oynatmak için seçtiği, zengin bir adamın metresi Lena (Penelope Cruz) ile yaşadığı tutkulu aşk tüm yaşamını değiştirmiştir.

Adı gibi kırık bir aşk öyküsü farklı zaman dilimlerine yaptığı atlamalar ile birleştirilerek anlatılıyor seyirciye. Dağınık yapıyı çoğunlukla resimler ve video kayıtları bir araya topluyor. Film genelde film setinde geçiyor. Film içinde film anlatımın temel dokusu oluyor. Almadovar’ın sinema aşkını bir kez daha kör bir yönetmenin kişiliğinde vurguladığı bir öykü. Öykü, karakterlerinin bir yanını hep karanlıkta bırakırken, gerilimli bir atmosfer yaratmayı da ihmal etmiyor.

Almadovar ile dördüncü filmini çeviren Penelope Cruz, muhteşem bir Femme Fatale oynuyor. Fiziği ve oyunculuğu karakterin tüm dünyası ile örtüşüyor. Cruz, İspanya’ya ait filmlere çok daha fazla yakışıyor ve daha iyi oynuyor. Hollywood yapımlarındaki turist duruşu ortadan kalkıyor.

Sinematografisinde ortalama bir Almadovar filmi olarak sıralanabilinir ‘Kırık Kucaklaşmalar’. Yine de onun sinema üslubunu layıkıyla yansıtan demirbaşların önemli bir bölümüne sahip. Birbirinden farklı duygusallığı yansıtan üç ayrı sevişme sekansının inceliğini yakalayabilmek için bile seyretmeye değer.

VAVİEN


 

YÖNETMEN: YAĞMUR VE DURUL TAYLAN
SENARYO: ENGİN GÜNAYDIN
OYUNCULAR: ENGİN GÜNAYDIN, BİNNUR KAYA, SETTAR TANRIÖĞEN, SERRA YILMAZ.



 
Birçok filozof sanatın doğanın taklit edilmesi sonucu doğduğunu iddia eder. Öykünmek bu durumda sanatın vazgeçilmez bir parçasıdır demek yanlış bir tanımlama olmuyor. Ufak ayrıntılar yerli yerine oturduğu zaman öykünülen her eser yepyeni bir karaktere bürünebilir.

Taylan Kardeşler kendileri gibi kardeş olan Coen’lerden öykündükleri bir küçük kasaba hikayesinde, ayrıntıları ustaca işleyerek başarılı bir filme imza atmış. Sıradan insanların yaşamından çıkarılan bir dilim sade, sessiz fakat nereye gideceği merak edilir bir dille anlatılıyor.

Sinemamızda kara komedilere sık rastlanmaz, hele incelikle çevrilmiş olanı yoktur bile denilebilir. Taylan kardeşler bu türün en büyük özelliği olan komedi ve gerilim arasındaki çizgiyi mükemmel çiziyor. Her karakterin bir yanını gölgede bırakıp sonraki adımı merak edilir hale dönüştürmeyi başarıyor. Öykünün çok sert iniş çıkış içermemesi bu yüzden akışın tekrarlara sığınması bile oyuncuların dört dörtlük performansları ile göz ardı edilebilir bir hale dönüşüyor.

Avrupa Yakası’nın Burhan Altıntop’u Engin Günaydın bu kez yaşamından daha doğrusu evliliğinden mutlu olmayan bir adamı kendine özgü üslubunda mükemmel canlandırıyor. Ciddiyet ve gülünç olma sınırında trajikomik bir karakteri onun stilinde oynamak her oyuncunun başarabileceği bir iş değil. Canlandırdığı Celal karakteri esasında seyircinin nefret edebileceği kötülüğün karanlık tarafına geçmiş bir karakter. Coen’lerin ünlü Fargo (1996) filminde karısını kayınpederinden fidye koparabilmek için kaçırtan şaşkın damat Jerry bir Lundegaard (William H.Macy) karakterine yakın duran kötü bir koca. Tek handikapı seyircinin onu görünce otomatikman gülmeye hazır olması. Diğer taraftan bu durum oynadığı karakterin antipatik olma yüzdesini düşürüyor.

Senaryosunu Engin Günaydın’ın yazdığı Vavien’de diğer dikkat çeken performans Binnur Kaya’nın oynadığı Sevilay karakteri oluyor. Kocasının ağzının içine bakan, onun yaptıklarını yüzüne söyleyemeyen, içini yakın arkadaşlarına döken küçük Anadolu kasabasının ezik kadını. Babasının Almanya’dan gönderdiği paraları kocasından gizli biriktirmesi en büyük sırrı. Celal’in tüm aşağılamalarını aile gelenek ve görenekleri çerçevesine sokarak, göğüs geriyor. Kadın seyircilerin hemen sempatisini kazanan bir karakter oluyor Sevilay. Gerçekte bu kadar az karakter ile bir filmi götürmek ancak oyuncuların mükemmel performansları ile olabilirmiş. Ve bu da oluyor.

Kasaba yaşantısının sıkışmışlığını, tek düzeliğini yansıtmayı başarıyor Vavien. Herkesin herkesi izlediği, sosyal yaşantının piknik ile sınırlandığı sıkıcı bir yaşam. Mekan olarak seçilen Tokat’ın Erbaa (Tokat Günaydın’ın memleketi) ilçesi mükemmel bir seçim olmuş.

Filme baştan sona hakim kara mizahın daha sert, daha sürpriz bir final yapması beklentimdi. Sanki öyle bir finale cesaret edilememiş, standart katarsis duygusu tercih edilmiş gibi duruyor. Sade öyküleri anlatmak zor bir iştir ve Vavien ekibi bunun üstesinden gelmeyi başarıyor.

Seyircinin ilgisini fazlasıyla hak eden bir film Vavien.

NINE


 
FELLINI’NİN RUHU HOLLYWOOD SEMALARINDA


YÖNETMEN:ROB MARSHALL

OYUNCULAR: DANİEL DAY LEWİS, MARİON COTİLLARD, PENELOPE CRUZ, NİCOLE KİDMAN, JUDİ DENCH, SOPHİA LOREN, FERGY.


Fellini’nin bir film yönetmeninin yaratıcılıkta zorlandığı, hayatındaki kadınlar arasında karar vermekte zorlandığı dönemini anlattığı ‘Sekiz Buçuk’  tüm zamanların en iyi on filmi arasında sayılır. Sanatla ilgili herkesi etkileyen film sanatçının dehasını, hayallerini istediği gibi şekillendiremediği zamanlarda içine düşebileceği bunalımı, Marcello Mastorianni gibi dev oyuncunun canlandırdığı Guido karakterinde yansıtmıştı. Filmin kahramanı Guido Anselmi (Marcello Mastorianni)  ilham perisi kaçmış bir yönetmendir. Hiç tarzı olmayan bir bilim kurgu filminin senaryosunu yazmakta zorlanmaktadır. Yaratıcılığı tükenmiş bir yönetmen olarak anılma korkusu tüm benliğini kemirmektedir. Kurtuluş olarak kendisini bir ılıca merkezine atar. Motor demek için sabırsızlanan yapımcı, set amirleri, sanat yönetmenleri, oyuncu adayları tüm ekibin başına toplanmasıyla Guido’nun kafası daha bir karışır. Hayaller, rüyalar, çocukluk anıları her geçen gün daha fazla sığındığı kaçışlar olur. Fellini gerçek ve hayal arasındaki büyülü karelerini yer yer bir sirk atmosferinde sunar. Karısı Luisa ile olan kopuk ilişkisi, sevgilileri olan problemleri, hayal kızı Claudia Cardinale Fellini’nin her filminde işlediği sürekli arayış içindeki erkek figürünün yansımalarıdır. Çevresinde sürekli konuşan hareket halindeki insanlar, Katolik rahiplerin karikatür tasvirleri sonraki filmlerinin değişmez karakterleri olur. Sıkışmış yönetmen öyküsü gelecekte bir çok filmin esin kaynağı olur. Coen’lerin Barton Fink’i bunun en iyi örneklerinden birisidir. Fellini 1963 de ‘Sekiz Buçuk’ ile en iyi yabancı film Oscar ödülünü kazanır. Filmden yola çıkarak Arthur Copit’in yazdığı kitap Maury Yeston’ın müzikleriyle ilk kez 1982 de Broadway’de sahnelenir ve bir çok Tommy ödülü kazanır.  Müzik ile birlikte sekiz buçuğa yarım sayı eklenir ve dokuz olur. Müzikal filmlerin usta ismi Rob Marshall 2007 de Dokuz’u filme  dönüştürme çalışmalarına başlar.
Rob Marshall orijinalinin zamanına sadık kalarak öyküyü altmışlı yılların italya’sında kurgulamış. Guido Contini (Daniel Day-Lewis) ve çevresindeki birbirinden güzel, şarkı söyleyen ve dans eden kadınlar Hollywood dünyasına ait rengarenk bir atmosfer sunuyor. Öykü orijinali ile bire bir örtüşüyor. Karısı Luisa (Marion Cotillard), metresi Carla (Penelope Cruz), ilham kaynağı Claudia (Nicole Kidman), yapımcısı, sırdaşı ve kıyafet tasarımcısı Lilliane (Judi Dench), Amerikalı bir gazeteci Stephanie (Kate Hudson), çocukluğundan bir fahişe Saraghina (Fergy) ve annesi (Sophia Loren) yaşamını etkileyen kadınlardır. Onlar arasındaki kararsızlığını çözümleyemeyen, tipik orta yaş sendromu yaşayan Guido yaratıcılığını bir türlü uyandıramaz.

Fellini’nin görsellik ile yarattığı düş dünyası Marshall’ın müzikalinde şarkılar ile vücut buluyor. Esasında ‘Sekiz Buçuk’ ile çok fazla bir kıyaslama yapmak hata ; Dokuz ondan yola çıkan bir müzikal. Sadece final tümüyle farklı yazılmış. Anneyi oynayan Sophia Loren’in, Guido’nun hayallerinde canlanması mükemmel bir seçim ;  hala güzel ve etkileyici. Kaynak filmin en unutulmaz sahnelerinden olan, küçük çocuklara para karşılığı Rumba yapan fahişe Saraghina ‘nın dansı yine çok çarpıcı bir performansla Fergie tarafından sunuluyor. Son yılların en gözde Hip-Pop gruplarından Black Eyed Peas’in solisti Fergie şarkının ruhunu hissettiriyor. Daniel Day Lewis’in varlığı ise Marcello ile karşılaştırıldığında oldukça depresif kalıyor. Yüzünde mutsuz bir ifade , dudaklarından düşmeyen sigara ile bunalımı abartılı bir depresyona dönüştürmüş. Kısaca nerede Marcello Mastorianni’nin o emsalsiz yaramaz karizması, bunalımın altında yatan o Akdenizli ruhu. Kadın oyuncu seçimleri ise tam yerinde, Carla’da Penelope Cruz  veya Luisa ‘da Marion Cotillard bir Akdeniz kadını gibi oynuyorlar. İlham perisi Claudia’da Nicole Kidman orijinalindeki Claudia Cardinale’e yakın duruyor. Gerçek ile düş arası bir yansıma.   

Fellini’nin ruhu Hollywood semalarında uçarken tesadüfen Dokuz ile karşılaşsa belki biraz eğlenir fakat sonuçta ne yapmışlar benim Sekiz Buçuğuma der. Sonuçta hoş , renkli bir müzikal Dokuz.           

SONBAHAR

YÖNETMEN: ÖZCAN ALPER
OYUNCULAR: ONUR SAYLAK, SERKAN KESKİN, MEGİ KOBOLADZE.

Son yıllarda çevrilmiş olan en iyi Türk filmlerinden olan Sonbahar gişede aynı başarıyı yakalayamadı. Yalnızlığı, sessizliği Doğu Karadeniz’in doğasının gri ve yeşil tonlarıyla birleştiren pastoral bir film. Genç yönetmen Özcan Alper iyi bildiği bir doğayı öyküsüne adeta bir karakter gibi yerleştiriyor. Seksen darbesinin mağdurlarından Yusuf on yıllık hapishane yaşamından sonra aile evine döner. Doğu Karadeniz’in dağ köyündeki evde kendisini bir tek annesi beklemektedir. Hapishanede katıldığı ölüm orucu, bozuk olan sağlığını daha fazla zedelemiştir, akciğerleri iflasın eşiğindedir. Bu yüzden erken tahliye edilir. Koptuğu bir çevreye geri dönmek onun için bir mutluluk ifade etmez aksine içinde olduğu boşluğu daha büyütür. Zaten  geçmişin kabusları onu gece gündüz rahat bırakmamaktadır. Çocukluk arkadaşı Mikail ilişki kurabildiği tek kişidir. O ise bir türlü çıkamadığı köyde, başka bir hapislik yaşam sürmektedir. Onunla gittiği meyhanede konsomatrislik yaparak hayatını kazanmaya çalışan Gürcü kızı Eka ile tanışır. Onunla bir şeyler paylaşmak ister. Yaşamın boşluğunda dönen iki insanın birlikteliği umutsuzluğu yenebilecek midir ?
Genç oyuncu Onur Saylak olağan üstü bir yalnızlık portresi çiziyor. Abartısız ve minimal oyunculuğu etkileyici . Lazca konuşan anne ve Serkan Keskin Mikail rollerinde mükemmeller.
DVD ekinde Antalya Altın Portakal Festival’inde oyuncu ve yönetmen ile yapılan söyleşi yer alıyor. 

GOMORRA

 

MAFYANIN ACIMASIZ DÜNYASI
 

 
Yönetmen: Matteo Garrone
Oyuncular: Toni Servillo, inafelice İmparato, Mario Nazionale.

Mafyanın gerçek yüzünü makyajsız , öykünecek bir kahraman olmadan sunuyor film Gomorra. Sert, belgesel kadar gerçek ve tedirgin edici. Beş yaşam öyküsünün aracılığı ile Napoli mafyasının acımasız dünyasına giriyor seyirci. Roberto Saviona’nın aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan Gomorra ‘da kişisel öykülerin hepsi gerçek yaşamlardan yola çıkıyor. Bu  işe bulaşan insanlarla yapılan konuşmalar, günlük olayların perde arkasının izlenmesi sonucu ortaya çıkan gerçekler, birer karaktere dönüştürülmüş.  DVD’ de ek olarak sunulan yazar Saviona ile yapılan söyleşi bir çok ayrıntının daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. Her şeyin ne kadar iyi işleyen bir sistemin ürünü olduğunu, şaşkınlıkla izliyor insan.
İtalya’nın Napoli ve Caserta bölgelerinda faaliyet gösteren en üstteki kartel olan Camorra  buralarda uluslararası ağın devamı olarak tüm uyuşturucu trafiğini yönetir. İlk bölümde küçük çocukların   torbacı olarak nasıl batağa sürüklendikleri, uyuşturucunun sokak aralarında nasıl satıldığına tanık oluyoruz. Secondigliano karteli Napoli’de kokain pazarına hakim ve uluslar arası yaygınlıkta tekstil sektörüne yatırım yapıyor. Zehirli atıkları köylülerden kiraladıkları tarlalara gömen Franco, yetenekli bir terzi olmasına karşın patronunun iş birliği nedeniyle Mafya için çalışan  Pasquale, Scarface‘in Tony Montana’sına   öykünen iki genç yetme Ciro ve Marco, mafya para dağıtıcısı Don Ciro kişisel öykülerin kahramanları. Hepsi gerçek karakterler. İkinci bölümde ise  kartel  içinde ortaya çıkan ayrılığın nasıl şiddetli bir kan davasına dönüştüğüne tanıklık ediyor seyirci. Gençler paradan daha çok ‘ağır abi’ olmanın getirdiği karizmadan etkileniyor ve bu pis dünyaya giriyor. 2008 Cannes Jüri Büyük Ödülü yanında Avrupa festivallerinde toplam 16 ödül kazanan film Matteo Garrone’nin başarılı yönetimi sonucu gerçek/kurgu arasındaki ince hatta düşmeden ilerliyor. Vermek istediği gerçeklik duygusunu kusursuz yansıtıyor, oyuncu ve mekan seçimleri mükemmel. İnsanların sinek kadar değeri olmadığı bu acımasız dünyada olanları izlemek tüyler ürpertiyor. Filmin sistemin arka perdesini aralayarak ipler kimlerin elinde sorusuna yanıt verme gibi bir çabası yok yüzeydekiler, tetikçiler, torbacılar, iş adamı olarak geçinenler deşifre ediliyor. Alt ve üst arasındaki ilişki bıçak gibi kesilmiş, hiçbir ip ucu verilmiyor. DVD de ek olarak kamera arkası, yazar Saviona ile yapılan röportaj yer alıyor. Saviona yanı başında geçen olayların iç yüzünü aile ve şahıs isimleri vererek cesurca açıklıyor. Bu yüzden İtalya’da adeta bir kahraman olarak görülüyor.

ALICE IN WONDERLAND


ALICE  ARTIK GERÇEKLER DİYARINDA



YÖNETMEN:TİM BURTON
OYUNCULAR: MİA VASİKOWSKA, JOHNNY DEEP, HELENA BONHAM CARTER
Lewis Caroll’un yazdığı ‘Alis Harikalar Diyarında’ son yüz elli yıl içersinde popüler kültürün en fazla başvurduğu referans eserlerin başında gelir. Bir çocuk masalından yola çıkılarak gerçekliğin, aklın, halüsinasyonun, deliliğin sınırlarını zorlayan bir öte dünyanın anlatımı, sayısız eserin alt metnini oluşturur. Hatta uyuşturucu ile kendinden geçilen bir dünyanın , bilinçdışı betimlemesi olarak da yorumlandığı oldu. Tim Burton artık 19 yaşına gelmiş Alis’i yeniden Harikalar Diyarı’na sokuyor. Tek farkla bu kez Harikalar Diyarı yerini Yeraltı Dünyası ile değiştirmiş. Geçmişinde yaptığı seyahati hiç anımsamayan artık 19 yaşındaki Alis bir  kez daha tavşan deliğinden geçerek yer altında eski dostları ile buluşuyor. Senarist Linda Woolverton ‘yarı çocuk yarı kadın’ bir Alis yaratarak öyküyü yetişkinler dünyasına açıyor.
   
Dönem eski kafalı, şekilci insanların kol gezdiği Viktorya dönemidir. Çok sevdiği babasının ölümünden sonra annesi ile katıldığı bir bahçe partisinde kendini beğenmiş, itici görünümlü aristokrat Hamish kendisine evlilik teklif eder. Hayalleri ve gerçek dünya arasında bir köprü kurmayı başaramamış olan Alis o an gördüğü beyaz yelekli ve cep saatli beyaz bir tavşanın peşinden koşturarak onun girdiği delikten yuvarlanarak yer altı dünyasına gider. Küçük bir kızken girdiği bu dünyada artık hatırlamadığı eski dostları Tırtıl Absolem, Çılgın Şapkacı, ikizler Tweedledee ve Tweedledum, Cheshire Kedisi kendisini karşılar. Önce kendini tuhaf ve yabancı hissetse de zamanla alışır. Yer altı dünyasının zalim Kırmızı Kraliçesi Iracebeth halkını korkuyla yönetmektedir, en iyi bildiği yönetim şekli ise kafa uçurmaktır. Kız kardeşi ve düşmanı olan Beyaz kraliçe Mirana Alis’i koruması altına alır. Onun da ilk bakışta anlaşılamayan karanlık bir yönü vardır.

Tim Burton’ın karanlık atmosfer tutkunu bir yönetmen olduğunu biliyoruz. Batman veya Charlie’nin Çikolata Fabrikası onun için fark etmiyor, o sevdiği gotik mekanları ve ucube karakterleri bir şekilde öyküsüne monte etmeyi başarıyor. Bu kez Alis’in orijinal öyküsünden biraz farklı davranarak karakterlere daha fazla bir içerik kazandırmış. Eserdeki bir çok karakteri elemiş, kelime oyunlu konuşmalara yer vermemiş. Öyküye önemli katkısı olmayan bir çok karakterin, resmi geçidi olacak bir sirk atmosferinden uzak duruyor. Bu durum eserin sadık hayranlarını oldukça kızdırdı. Onlar Burton’ın öykünün ruhunu boşalttığını, sadece bilgisayar görselliğinde bir film kotardığını iddia ediyorlar. Çok da haksız değiller. Bilgisayar efektleri Burton standartlarının üstünde. Her şeye rağmen karşımızda bir Burton filmi var sadece Johnny Deep’in Çılgın Şapkacı karakterine verdiği ruh için bile izlenmeye değer. Artık büyüyen Alis babasının işlerini üstlenerek gerçekler dünyasına da adım atmış oluyor. Modern zamanlarda rüyalar karın doyurmuyor. DVD de ekstra olarak yapım belgeselleri mevcut. 

BAŞLANGIÇ - INCEPTION


YÖNETMEN: CHRISTOPHER NOLAN
OYUNCULAR: LEONARDO DICAPRIO, MARILLON COTILLARD, KEN WATANABE, JOSEPH GORDON-LEWITT

Christopher Nolan insan beyninin labirentlerini merak eden bir adam. Bu nedenle seyircisinin kafasını fena halde karıştıran filmler yapmayı seviyor. 2000'de yaptığı ‘Memento-Akıl Defteri’nde kısa zaman hafızası olmayan bir adamın öyküsünü, sondan başa doğru anlatarak hafif tertip bir kafa karışıklığına yol açmıştı. Nolan bu kez ‘Inception-Başlangıç’ ile rüyalar dünyasına giriyor. Rüyaların birinci, ikinci ve üçüncü katlarına iniyor sonra bir anda yüzeye, gerçek dünyaya dönüyor. Gerçek ve rüya arasındaki sınır belirsizleşiyor; en dikkatli seyircinin bile ayırt etmede ikileme düşmemesi, tüm sorulara yanıt bulması zorlaşıyor. Sürekli dalış ve çıkışlar vurgun etkisi yaratıyor. On yıl gibi uzun süren yazılım aşamasında, birçok şeyi ekleyip, çıkarmış olması senaryonun muhtemelen çok katmanlı yapısında etkili olmuş. Rüya gibi gizemli, kişisel, dokunulmaz bir konuya Nolan’ın perspektivinden bakmak oldukça ilginç bir deneyim oluyor. Öğrenilmiş her bilginin bilinçaltına depolandığına, rüya durumunda buraya sızılarak bilginin çalınabilir olduğuna inanıyor Nolan.Öykünün kahramanı Dom Cobb’da (Leonardo DiCaprio) bunun eylemcisi. Özel bir alet yardımıyla başkalarının rüyalarına sızarak yaptığı bilgi hırsızlığını mesleğe dönüştürmüş, defalarca yakalandığı için de ABD’ye girişi yasaklanmış. Bu manipülasyon sırasında rüyayı bilgi sahibi gerçek gibi yaşıyor. Günün birinde Saito (Ken Watanabe) adında zengin ve güçlü bir adam Cobb’a ,o güne kadar yaptığının tersini teklif eder; bir düşünceyi başkasının beynine yerleştirecek , kurban ise bunun kendi düşüncesi olduğuna inanacaktır. Karşılık olarak Cobb tekrar ülkesine dönüp, çocuklarına kavuşabilecektir . Görevimiz Tehlike veya Ocean 12 benzeri bir ekip rüya işlerinde kendisine yardımcı olmaktadır. Yıllardır ortağı olan Arthur(Joseph Gordon-Lewitt) kurbanların tüm yaşamını, alışkanlıklarını inceler, uzman bir rüya hırsızı Eames (Tom Hardy), kimyasallar konusunda uzman Yusuf (Dileep Rao) ve meraklı bir rüya tasarım öğrencisi Ariadne (Ellen Page) ekibi oluşturur.

Nolan’ın müthiş hayal gücü, birinci sınıf aksiyon sahneleri ile besleniyor. Öykünün duygusallığı ise en etkileyici yönü. Cobb’un karısı Mal ve çocukları ile olan geçmişi, dramatik olayları önleyememiş olması seyirci ile kuvvetli bir bağ oluşturuyor. Öykünün en insani, en gerçek yönünü yine bir aşk ilişkisi tamamlıyor. Başlangıç’ın çağdaş öncüleri sayılabilecek ‘Matrix’, ‘Dark City*Karanlık Şehir’, 13. Kat gibi filmlerin, Nolan’ın düş bahçesine birer pencere açtıkları yadsınamaz. Bu tür filmlerin ortak söylemi olan ‘Gerçek Yoktur’a kendi üslubu ve fantezi dünyası ile bağlanıyor. Bu noktaya gelirken her şeyin nasıl olduğunu anlamak, mantık bağlantılarını kurmak her an mümkün olmuyor. Tüm rüyaların aynı anda sürüyor olması oldukça zorlayıcı. Fazla zorlanmadan olayların akışına teslim olmak bu modern başyapıttan keyif almanın en iyi yolu.

Artık Titanik’in parlak çocuğu evresini geride bırakmış olan Leonardo DiCaprio 'Shutter İsland-Zindan Adası’ndan sonra psikolojik gerilimi yüksek bir rolde, Cobb karakterinde müthiş oynuyor. Marion Cotillard ise Cobb’un tek aşkı Mal rolünde mükemmel bir ‘Femme Fatale’ olarak karşımıza çıkıyor. Fransız kadınlara bu tür gizemli kadın rolleri nedense çok yakışıyor. Ken Watanabe kısa rolüne rağmen dikkat çeken bir performans sunuyor.

Christopher Nolan son yıllarda Batman serisine yaptığı iki katkı ile kendisinden çok bahsettirmişti ama bu kez teknisyen değil yaratıcı bir yönetmen olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

CADILLAC RECORDS

Rock'n Roll tarihine kısa bir yolculuk
 


Yönetmen : Darnell Martin
Oyuncular: Adrain Brody, Jeffrey Wright, Columbus Short, Beyoncee Knowles, Mos Def


Ülkemizde bazı filmler ‘tutmaz, iş yapmaz‘ diye gösterime giremez. Bunların arasından zamanla kült mertebesine ulaşan çok film çıkar. Müzik üzerine olan filmler pahalı yapımlar dışında genelde bu kaderi paylaşır. Çok sonra çıkan DVD’si bu filmlerin gecikmesini telafi etmeye çalışır.
Bu kez 2008 tarihli, bence kült mertebesine çıkabilecek bir filmin DVD’si var önümüzde. ‘Cadillac Records-Aşkın Şarkısı’ (bu Türkçe çevirinin ne film içeriği ne de orijinal adıyla bir ilgisi var). 1947 yılında Chicago’da kurulan Chess Records‘un öyküsünü anlatıyor. Bu kayıt stüdyosunun özelliği tarihte ilk kez siyahi müzisyenlere şans tanıması ve onların plaklarını çıkarması.

Leonard Chess (Adrian Brody) sadece zengin olmak için başladığı bu işte bir çığır açacağından haberi yoktur. Daha önce siyahi müzisyenlerin sahneye çıktığı bir kulüp işleten Chess tüm parasını yatırarak işi plak stüdyosuna götürür. İlk kayıtlarını köyden gelip sokaklarda çalıp, söyleyen siyahi müzisyenler ile yapar. Sokaktan gelen Muddy Waters ve armonikacı Little Walter kaydettikleri plakların radyolarda çalınıp, liste başı olmaları ile ünlenir.

Artık blues tüm gençliği etkileyen bir müzik olmuştur. Siyah tenlilerin sokaklarda dahi zor yürüyebildikleri bir dönemde Chess Records sayesinde herkes onların müziğini dinleyip, dans etmeye başlar. Willie Dixon, Howlin’ Wolf, Chuck Berry, Etta James gibi ünlü isimlerin hepsi Chess Records tezgahında işe başlar. Chuck Berry’nin ilk rock’n roll şarkıları yeni bir tarih başlatır. Para ve şöhretin getirdiği rahatlık her zaman olduğu gibi sorunları da birlikte getirir. Alkol, seks düşkünlüğü, uyuşturucu alışkanlıkları müzisyenlerin hayatını oymaya başlar. Chuck Berry küçük yaştaki kızları tacizden, Etta James uyuşturucudan, Little Walter hepsinden sarsılır. Leonard’ın başarılı her müzisyene Cadillac hediye etmesi şirketin bir geleneği haline dönüşür.

Darnell Martin dizi deneyimli bir kadın yönetmen. Law and Order, ER, Gray’s Anatomy gibi yüksek raitingli dizilerden gelen deneyimini aynen yansıtıyor filme. Sade, dümdüz anlatımı olan bir filmde tek farklılık arada giren kısa arşiv görüntüler. Blues’dan başlayarak altmışlı yıllara dek uzanan rock’n roll tarihini kronolojik bir sıralama içinde anlatıyor. Ancak bir belgeselde görebileceğimiz bir bilgi doğruluğu içinde akıyor öykü. Anlatımın sadeliği oyuncuların yüksek performansı ile birleştiğinde seyirciyi baştan sona saran başarılı bir film ortaya çıkmış. Muddy Waters’ı canlandıran Jeffrey Wright, Little Walter’da Columbus Short, Chuck Berry’de Mos Def harikalar yaratıyor. Efsanevi blues ve soul şarkıcısı Etta James’i oynayan Beyonce Knowles ise sesi ve oyunculuğu mükemmel bağdaştırıyor. Finalde Etta James’in unutulmaz şarkısı ‘I’d rather Blind’daki yorumu muhteşem. Adrian Brody kanımca bu tür biyografik ve karanlık öykülere yakışan bir oyuncu. Aksiyonlardan uzak durmalı.

İlk rock’n roll parçasını dinleyen Muddy Waters’ın yorumu ilginç: ’biraz fazla country değil mi?’ Waters’dan en fazla etkilenen grupların başında gelen Rolling Stones’a da yer verilmesi güzel bir ayrıntı.

Müzikle ilgilenen herkesin ilgisini çekecek samimi bir film. Hele rockseverlerin mutlaka izlemesi gerekir. DVD’de ek olarak kesilmiş sahneler ve yönetmenin sesinden yorumlu anlatım ve fragman var.

BEYAZ BANT - THE WHITE RIBBON

MICHAEL HANEKE'DEN FAŞİZMİN KÖKLERİNE BAKIŞ

 YÖNETMEN: Michael Haneke
OYUNCULAR: Christian Friedel (Öğretmen), Ernst Jacobi (Öğretmen (ses), Leonie Benesch (Eva), Ulrich Tukur (Baron), Ursina Lardi (Barones), Fion Mutert (Sigi)

Beyaz Bant konusuna girmeden önce Michael Haneke sinemasına kısa bir bakış atmak, mesajlarını çözmek açısından gerekli bir adım olacaktır.

Michael Haneke elindeki aynayı insan ruhunun derinliklerine, yaşamda çeşitli yollar ile saptırılmış gerçeğin ‘gerçeğine’ tutmayı seven bir yönetmen. En doğrusu onu zamanın ruhunu iyi kavramış bir düşünür olarak tanımlamak olabilir. Medya simülasyonu, burjuva ahlakının ikiyüzlülüğü, vicdanın yok olması, aşkın şiddetle olan akrabalığı, güvenli yaşam duygusunun yıkılması senaryolarında sık sık başvurduğu ana parçalar. Kendisi bir söyleşide gerçeği tanımlarken ‘Gerçek her zaman parçalıdır, onu fragmanlar yoluyla kavrayabiliriz. Gündelik yaşamamız içinde çok ufak parçalar şeklinde görürüz ve çok azını anlayabiliriz’ diyor.

Standart orta akım izleyicisi bir sinema seyircisi için Avusturya asıllı Haneke iyi bir seçim olmayabilir. Şiddeti, nefreti, kötülüğü en çiğ, en sert şekliyle estetize etmeden yansıtırken seyircisini sürekli tedirgin edip onu düşünmeye, konunun bir parçası olamaya zorlar. ‘Ölümcül Oyunlar'da üst orta sınıf bir ailenin yazlık evlerine giren iki ergenin yaşattığı işkenceler veya ‘Piyano Öğretmeni’nde sevişmenin tecavüze dönüşmesi seyirciyi zorlayan sahnelerdir. İnsanların yaşamı, yaşamadan sadece ‘yapıyor’ olması, günlük ritüellerini yaşam olarak adlandırması, ilişkilerindeki yüzeysellik ve yabancılaşma Haneke’nin tüm filmlerinde yansıttığı, eleştirisel yaklaştığı temalardır. Medya kitle araçlarının sunduğu imajların salt gerçek olarak gösterilmesi ve bunların toplum tarafından böyle algılanmasına isyan eder. Bu çarpıtılmış gerçeklerin, bu gerçek yanılsamasının ekranlara hapsettiği aldatmacayı, insanlığın aczi ve kolaycılığının bir temsili olarak görür.

Her filminde kutsallaştırılan aile geleneğini, dışarıdan pürü pak gözüken orta sınıf ahlakını tehdit eden çağın başka bir gerçeği ile eşleştirir: Saklı-Cache ve Ölümcül Oyunlar’da burjuva ailenin güvenlik duvarlarının yıkılmasını, ilkinde babanın geçmişteki gerçekler ile yüzleşmesini ve bunu ön yargılarına, vicdani kılıflarına uydurarak rahatlama çabası, Piyano Öğretmeni’nde baskılanan duyguların yaşamı tehdit eden şiddete dönüşebileceğini, Kurdun Günü’nde insanın ilkel içgüdülerine sıkıştığı her zaman geri dönebileceğini, Bilinmeyen Kod’da şifreli kapılar ardındaki ulaşılmazlığı, ötekileri yok saymayı vurgular. Modern bireyin sıkıştığı anlarda başvurduğu dua ve inanç oportunizmi onun için çok ironiktir. Çoğunda son dua durumu kurtarmaya yetmez.

Haneke’yi yeniden gündeme taşıyan son filmi Beyaz Bant bir dönem filmi. Genelde öykülerinde yer ve zaman tanımlamayan Haneke bu kez 1913 yılından Protestan bir Alman köyünü ev ev inceliyor. Ebeveyn-çocuk ilişkilerine odaklanıyor. Büyüklerin güç kullanarak yaratmak istediği itaat, çocukların dünyalarında tuhaf yansımalar uyandırıyor. Köy içinde faili meçhul birçok olay vuku bulmaktadır. Çocuklar kaçırılıp işkence görmektedir, bir kadın ölü bulunmaktadır, köyün doktoru kurulan bir tuzak sonrası yaralanmaktadır. Haneke öyküsünü bu suçların çerçevesinde kurarken belli bir gerilimi yaratmayı ihmal etmiyor. Fakat bu gerilimi “suçlu kim, katil kim?” gibi soruları cevaplayarak çözme yoluna sapmıyor. Suçlunun bulunması rahatlatıcı, sorunları kişiselleştirecek bir sonuç olur. Onun derdi bu suçluluk psikolojisinin anonim bir suskunluğa dönüşerek toplumsal bir paylaşıma yol açmasını, 1913 yılının çocuklarının yirmi yıl sonrası olası Nazileri olarak hangi şartlar altında yetişerek geleceği şekillendireceğini göstermektir.

İtaatkar çocukların kollarına bağlanan ve masumiyeti simgeleyen beyaz bant gelecekte Nazilerin sembolü gammalı haç resmini taşıyan kol pazubantını andırıyor. Çocukların yetişmesini masumiyet iskeleti üzerine kurmaya çalışan yetişkinlerin dünyası ise suç ve günah dolu. Çocuk tacizi, kadının aşağılanması, işkence, kırbaç yetişkinlerin kapalı kapılar ardında saklı bir şekilde sürüp gidiyor. Faşizmin tohumlarının ne tür bir yetiştirme süreci içinde, yetişkinlerin hangi ikiyüzlü ahlak anlayışı ile örtüldüğü gerçeğini sakin fakat ürkütücü bir atmosfer içinde anlatıyor Haneke. Ülkemizde yakın geçmişte ortaya çıkan anonim suçların dışarıdan muhafazakar gözüken köylerde olması bu gerçeğin bir örneği değil mi? Burada faşizmin sadece Almanya içinde nasıl kök bulduğunu değil her yerde geçerli olabilecek kökenlerini sergiliyor. Çocuklar ise tüm baskıların altında suskun ve lanetli bir grup gibi topluca hareket ediyor.

Finalde her şey Tanrı’nın kutsal evinde inançlı kitlenin kutsadığı bir evlenme töreninden görüntüler içinde son bulurken yanıltılmış gerçekler üzerine kurulu yaşamlar, öğretilen ritüeller ardına sığınmış olarak varlıklarını sürdürmektedir. Tıpkı ‘Saklı’nın finalinde olduğu gibi. Hiçbir şey olmamışçasına akıp giden yaşam görüntüleri ile son buluyor.

Siyah beyaz resimlerin dönemi ve karanlığı mükemmel yansıttığı bir başyapıt ‘Beyaz Bant’. 2009 Cannes’da Altın Palmiye ödülü kazanan film Haneke’nin gözünden bir dönemden yola çıkarak tüm zamanlara uzanan mesajlar içeriyor.

2001: A SPACE ODYSSEY

2001: UZAY MACERASI (1968)





Yönetmen : Stanley Kubrick
Senaryo: Stanley Kubrick ve Arthur C.Clarke
Oyuncular: Keir Dullea, Garry Lockwood,William Sylvester, Daniel Richter.
Gökyüzüne fırlatılan bir kemiğin evrenin sonsuz boşluğunda uzay aracına geçiş yapması sinema tarihinin en unutulmaz sekanslarındandır. Devamında ise Mavi Tuna’nın eşsiz notaları eşliğinde bir uzay mekiğinin, bir uzay istasyonuna yaklaşmasını izler seyirci. Stanley Kubrick 2001 ile bilim kurgu türüne yeni bir soluk getirirken bir çok klişeyi de yerle bir ediyordu. 2001’e kadar türün diğer örnekleri bilimsel bazı gerçekler üzerinden hareket ederek etkileyici bir kurgu yaratma çabası içindeydi. 


Asimov, Clarke, Heinlein gibi yazarların kitaplarını temel alan bir çok film ya yörüngede dolaşan iletişim uyduları veya robot yasaları ya da yabancı gezegenleri istilaya giden insanlar üzerinden, bilimsel datalar ile güçlendirilmiş bilimkurgu yoluyla, inandırıcı olmaya çalışıyorlardı. Kubrick’in böyle bir çabası  yoktu, o , belgeselci dinginliğinde ilk insandan başlayarak zaman içinde sıçrama yaparak uzay boşluğuna geçer ve insanoğlunun yeni teknoloji içindeki rutin yaşamını sergiler. Rutin bir duruştur  çünkü   insanlar uzay mekiği içinde heyecansız bir şeklide çalışır, işlerini yapar ve bir büro ortamı gibi formalite konuşmalar yaparlar. Dünyadaki aile bireyleri ile yaptıkları konuşmalarda rutin yaşam üzerine yapılan sohbetleri geçmez. Tüm bunlar uzay boşluğu içindeki insanların yalnızlık duygusuna hizmet eden bir yapıyı oluşturur.
Filmin ilk bölümünde yeni ayağa kalkmış ilk insanın, gündoğumundan günbatımına olan tam bir gününü yaşıyoruz.  Çevredeki bitki ile besleniyor, yaşam alanlarını korumak adına dövüşüyorlar. Günün doğuşuyla birlikte uyanan maymun insanlar önlerinde dikilen, kocaman, dikdörtgen,  siyah bir nesne ile karşılaşırlar. İçlerinden birisinin çekinerek nesneye dokunması ilk evrimi oluşturur aynı anda bir diğeri yerden aldığı bir hayvan kemiğini diğer kemiklere vurarak ilk silahı keşfeder. Hayvanlar ile birlikte bitki yiyerek paylaştıkları yaşam alanında ilk cinayeti, ilk silahın yardımıyla işlerler. Öldürdükleri hayvanın etini yerler. Su kenarında yaşayan başka bir klanı basarlar, ilk silah ile kafalarına vururlar, topraklarını ele geçirirler. İnsan evrimi ilk alet ile başlamıştır. Biraz sonra havaya fırlatılan kemik uzay aracına dönüşerek insanoğlunun zaman içindeki en büyük sıçraması gerçekleşir.
Filmin üçüncü bölümünde ise HAL ile tanışıyoruz. Jüpiter görevi için yolda olan aracın ana bilgisayarı olan HAL, mürettebat ile samimi konuşmalar yapacak düzeyde gelişmiş bir  programdır. ‘Korkarım ki’, ‘Çok keyif aldım’ gibi duygusal cümleler ile araçtaki insanlardan daha duygusal bazlı konuşmalar yapabilmektedir. Toplam mürettebat sayısı beştir, bunlardan üçü derin uykudadır. Uyanık olanların başı olan  Dave  bilgisayarın bir hatasını öğrenince onu devre dışı bırakmayı düşünür. HAL insanlardan daha hızlı davranarak birini uzay boşluğuna bırakır uyuyanların da fişini çeker, Dave son anda kurtularak bilgisayarı devre dışı bırakmayı başarır. Finalde araç evren içi bir delikten geçerek zaman içinde yolculuk yapar. Kubrick aracı bir ışık bombardımanından geçirdikten sonra Dave dışarıda uzay boşluğunda astronot kıyafeti içinde yaşlanmış halini daha sonra masada yemek yiyen daha bir yaşlı halini görür. En sonunda yatakta ölmekte olan halini görür. Ölmekte olan Dave karşısındaki siyah dikdörtgen nesneye doğru parmağını uzatmasıyla bir cenine dönüşür. İnsan kurtçuk deliğinden geçerek zaman içi yolculuğunu tamamlamıştır.              
 Film durağan akışına karşın yaşam ve evren üzerine birçok imgeler ile yüklüdür. Seyirci başlangıçtaki sıkıntısını filmin içine girdikçe imgeleri çözmeye yöneltir. Evrim düşüncesini doğum ve ölüm arasındaki bir çizgi üzerinde uzaya yansıtır .  Uzayın derin sessizliğine yüklediği yavaş , yer çekiminden yoksun hareketler ve  Mavi Tuna’nın vals notaları filme estetik ve büyüleyici bir atmosfer ekler. Kubrick 2001 için görsel bir deneyim tanımlamasını yaparken en fazla müzik ve resimden esinlendiğinin altını çiziyordu. Sinemanın yakın akrabaları olan edebiyat ve tiyatroyu uzağa iter büyük usta. 2001 popüler sinemayı en fazla etkileyen filmlerin başında gelir. Bilimkurgu türünü felsefe ile birleştirirken,  uzay aracı tasarımları ile zamanının çok önündedir. Filmin çekildiği dönemlerde uzay mekiği veya uzay istasyonu gibi araçlar henüz ortada yoktu. Bir çok ankette bu filmin neden en başarılı bilim kurgu seçildiğini seyrettikten sonra anlamamak mümkün değil

LA DOLCE VITA

TATLI HAYAT (1960)



YÖNETMEN: FEDERICO FELLINI
OYUNCULAR: MARCELLO MASTORIANNI, ANITA EKBERG,ANOUK AIMEE,YVONNE FOURNEAUX 

 
Federico Fellini adı ile özdeşleşmiş "La Dolce Vita" çağrıştırdığı gibi tatlı, pembe bir yaşamı vurgulamaz. Marcello (Marcello Mastroianni) hayatını magazin muhabirliği yaparak kazanmaktadır. Gecesi, gündüzü sokaklarda, partilerde, gece klüplerinde haber peşinde koşmakla geçmektedir. Paparazzo adındaki fotoğrafçısı ise hep yanındadır. Adı sonraki yıllarda sosyete yaşamının değişmez parçası Paparazzi’lere ilham verir. Zenginlerin, aristokratların, entelektüellerin, sanatçıların eğlencelerinin, sofralarının ayrılmaz bir parçası olan Marcello içinde olduğu materyalist ve abartılı yaşamın getirdiği yozlaşmanın, yalnızlığının farkındadır. Yine de bu zevk aleminden kopamamaktadır. Her fırsatta aldattığı nişanlısı Emma ise anaç tavırları, klasik aile yaşantısına olan bağlılığı ile onun kaçtığı yaşam şeklinin bir sembolüdür. Ondan da sıkılmasına rağmen bir türlü ayrılamamaktadır Marcello. Yaşamının her şekliyle aralara sıkışmış bir insanı temsil eder. Fellini gerçek yaşamdan adeta cımbızla çekip çıkardığı karakterleri yaşamının yedi gününü anlattığı Marcello’nun karşısına çıkartır; kendisiyle bir kenar mahalle genelevinde sevişen, evlilikten sıkılmış Maddelena (Anouk Aimee), İsveç-Amerikan kırması Diva (Anita Ekberg), intihar ederken iki çocuğunu da öldüren zengin dost Steiner (Alain Cuny), kıskanç nişanlı Emma (Yvonne Fourneaux), evliliğini bitirmesini striptiz gösterisi ile kutlayan Nadya...

’Ben filmleri değil filmler beni çeker’ diyen Fellini altmışlı yılların değişen değer yargıları içinde müptezellik sınırındaki abartılı yaşamları yansıtırken farklı bir sinema dili kullanır. Doğal sakin, gerçekçi anlatımı ile kendi akışında özgün bir üslubu yarattığı film olur La Dolce Vita. Film muhafazakar İtalya'da bir olaya dönüşür, Fellini dışlanmak istenen bir adama dönüştürülür sürekli filmin negatiflerinin yakılmasından, pasaportunun alınmasından bahsedilir, basında her gün kendisini karalayan yazılar çıkar. Padoa'da bir kilise şöyle bir afiş asar : ''Günahkarlığı herkesçe bilinen Federico Fellini'nin kurtulması için dua edelim''. 
 Fellini büyük yankı uyandıran parti sahnelerini bu tür burjuva eğlencelerini hiç yaşamadan çekmiş. ''Oyuncularımı hiç mantıklı olmayan, müptezel tavırlar önererek oynattım'' der bir söyleşisinde. Filmi kendisini özgürleştirmek adına özellikle edepsiz anlatma duygusunu tatmin için çevirdiğini anlatır.      

Anita Ekberg ve Marcello Mastorianni’nin oynaştıkları Trevi Çeşmesi'ndeki kareler sinema tarihinin en ünlü görüntülerinden birisi olur.

ROCCO VE KARDEŞLERİ (1960)



Luchino Visconti’nin 1960 da yönettiği ‘Rocco ve Kardeşleri’ İtalyan Yeni Gerçekçilik  akımının en iyi örneklerinden olup,  zaman aşımını atlamış filmlerden birisidir. Alain Delon, Anna Magnani, Annie Girardot, Renato Salvatori gibi dönemlerine silinmez imzalar atmış oyuncuları bir araya getiren filmi tanıtmadan önce biraz Visconti’den bahsetmek gerekir. Köklü ve soylu bir ailenin çocuğu olarak 1906 yılında dünyaya gelen Visconti aristokrat  sınıfın kaçınılmaz klasik eğitimini kendi arzusuyla ağırlıklı olarak sanat üzerine görür.  1936 da Paris’e gider Jean Renoir’ın tiyatrosu ‘Une Parie de Compagne’ da yönetmen yardımcılarından birisi olarak çalışmaya başlar.Aynı yıl Fransız Komünist Partisine kaydolur  ve dünya görüşünde büyük değişimler yaşar. İlk filmini 1942 de James M.Cain’in ünlü romanı ‘Postacı Kapıyı İki Kez Çalar’ ‘dan senaryolaştırdığı Ossesione ‘yi çeker .Film çok kısa süre gösterimde kalır ve müstehcen bulunarak imha edilir. İtalya’da savaş sonrası sıkıntıları yansıtan Yeni Gerçekçilik akımının en tipik örneklerinden olan ‘Yer Sarsılıyor-La Terra Trema’ ‘u 1947 de çeker. Yeni Gerçekçilik stüdyoların terk edilip kameranın sokağa çıktığı, yaşamı tüm çıplaklığıyla, savaş sonrasının fakirliğini, acılarını teknik olarak yapay ışık kullanmadan, oyuncuların doğaçlamayı tercih ettikleri bir tür olarak Visconti, De Sica, Rosselini gibi yönetmenlerin önderliğinde başlar. Gerçekte tür Mussolini ve faşist hükümete bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. 1950 de İtalya ve idareyi kötü gösteren filmleri yasaklayan kanunlar bu türün karşısına dikilir. Her şeye rağmen bu türün etkileri altmışlı yılların sonlarına kadar sürer. ‘Rocco ve Kardeşleri’, ‘Roma:Açık Şehir’  ve ‘Bisiklet Hırsızları’  bu akımın en önde gelen baş yapıtlarıdır.
Rocco ve Kardeşleri tipik bir göç filmidir.  Sicilya’nın küçük bir köyünden ekmek parası uğruna sanayi kenti Milano’ya gelen bir anne ve beş oğlunun trajik öyküsünü anlatır.Oğullarına kol kanat geren fedakar annenin tüm çabalarına karşın aile büyük  kentin labirentinde dağılır, gider. Üç saatlik epik öyküde her bir karakter farklı bölümlerde öne çıkar. Başta tüm aileyi koruyan anne (Anna Magnani) daha sonra büyük kardeş Simone (Renato Salvatori) ve ortanca  Rocco (Alain Delon) finalde ise  Ciro son sözü söyler. Boksta yetenekli olmasına karşın serseri ruhuna esir düşen Simone ailenin en aklı başında ve iyi niyetli kardeşi Rocco ile bir kadın için birbirlerine düşman olur. İki kardeşi birbirine düşüren Nadine  (Annie Girardot) sokaklarda fahişelik bile yapan, hafif meşrep genç bir kadındır. Rocco bokstan kopan ve uçan kuşa borcu olan ağabeyinin yerine boksa başlar ve kısa sürede başarılı olur. Simone’un kendisine yaptığı tüm kötülüklere karşı ona maddi, manevi yardımcı olmayı sürdürür. Her geçen gün aile üzerindeki otoritesini ve koruyuculuğunu yitiren anne finalde çaresiz bir karaktere dönüşür. Diğer kardeşlerine oranla  kent kültürünü daha iyi yakalayan Ciro ise artık özlemini çektikleri köylerine dönemeyeceklerini,  köylerin de zamanla kent bilincine ulaşıp saflığını yitireceğini, yine de gelecekten umutsuz olmamak gerektiğini söyler.
Genç Alain Delon  Visconti ile ilk çalışmasında ve kariyerinin en önemli rollerinden biri olacak olan Rocco karakterinde çok etkileyici bir oyunculuk gösterir. Saflık derecesinde iyi niyetli bir karakter olan Rocco adeta Dostoyevski romanlarından çıkma bir karakterdir. Kötü kardeş Simone rolünde Renato Salvatore ve gencecik Annie Girardot  hafif meşrep Nadine’de unutulmaz performanslar sergiler.
Lucino Visconti komünist ideolojiye olan bağlılığını geç dönem filmlerinde yitirerek çürüyüşünü ve inançsızlığını yansıttığı sınıflara duyduğu özlemi, eskinin yıkılmayacak olacağını göstererek yaşatır. Toplumsal ve çözümcü kimliğini yitirerek öznel ve kişisel bir sinemaya yönelir. Usta yönetmen 1976 yılında 70 yaşında aramızdan ayrıldı.
Önemli Filmleri                                            
La Terra Trema-Yer Sarsılıyor 1948
Senso-Günahkar Gönüller (1953)
Rocco e i Soui Fratelli-Rocco ve Kardeşleri (1960)
Il Gattoparda-Leopar (1963)
Il Caduto Degli Dei-Lanetliler (1969)
Morte a Venezia-Venedik’te Ölüm (1970)
Gruppo di Famiglia ai un İnterno-Aile Toplantısı (1976)    
     

APOCALYPSE NOW

KIYAMET (1979)

Yönetmen: Francis Ford Coppola
Oyuncular : Martin Sheen, Marlon Brando, Dennis Hopper, Robert Duvall.



 Çevrimi çılgın bir süreçte geçen 'Kıyamet-Apocalypse Now' sinema tarihinin en önemli savaş filmlerinden olması yanında kimi kareleri ile bir opera sahnesini anımsatır.Coppola'nın Joseph Conrad'ın 'Heart  of Darkness' adlı romanından uyarladığı  film, savaşı delilik sınırı bir ortamda yansıtır.Willard ( Martin Sheen) Vietnam'da yaşadıklarından sonra normal yaşama dönme şansını yitirmiş bir adamdır. Ona yeni görev olarak birliğiyle  Kamboçya’ya geçerek kontrolden çıkmış Albay Walter E.Kurtz’u (Marlon Brando) bulup, öldürmesi istenir. Willard ve ekibi dar bir nehri takip ederek Kamboçya’ya ulaşmak için yola çıkar. Yolculuk esnasında her an olabilecek silahlı bir saldırı tehlikesi bilinçleri bulanık askerleri kontrol edilemez yaratıklara dönüştürür. Kamboçya’da Kurtz’un bölgesine ulaştıklarında kendilerini adeta distopik bir ülke karşılar. Dünyadan saklı bir toprak parçasında Kuntz ölüme tapan bir kabilenin kralı olmuştur. 

Her bir karesiyle sanki mükemmel bir film nasıl yapılır dersi veren Coppola savaşın şiddetini her saniye hissettirir, bir çok sekans unutulmaz bir şekilde izleyicinin hafızasına yerleşiyor. Wagner müziği eşliğinde yapılan helikopter saldırısı, bir yanda köy yakılırken diğer tarafta sörf yapan asker, kabilenin canlı bir ineği palalar ile parçalayarak kurban etmesi gibi… 

Üç yıl önce filmin Redux versiyonu çıktı ve ilk versiyondan 49 dakika daha uzundu. İlk sinema versiyonunda olmayan Fransız plantajı sahnelerinin tümü Redux versiyonuna eklenmiş. Anti kahramanları, bulanık zihinlerin kol gezdiği, çekik gözlülerin insani zayıflıkların köleleri olarak kullanıldığı, savaş sahnelerinin cehennemsi renklerine eşlik eden operamsı görkem Kıyamet’i standart bir savaş filmi olmaktan çıkarıyor. Savaşı söyleyecekleri için bir vasıta olarak kullanan ağır bir psikolojik drama dönüştürüyor. Coppola gerçek üstü sınırlarına dayanan görüntüler ile yaşananları sanki dumanlı dimağların bir eğlencesi ya da bir savaşı olarak gösteriyor. Nehir kenarında askerlerin Playboy kızları ile yaşadığı ‘Aç, Aç’ eğlencesi, helikopter ile taşınan inek, Wagner müziği eşliğindeki helikopter saldırısı, bombalar altında sörf gösterisi, Kuntz ve kabilesinin yaşadığı kesik kafalar ile dolu köy normal dimağın kolay kolay gerçekleştirmeyeceği bir gerçek. Ya cinnet ya da yüksek doz uyuşturucu etkisi olarak düşünüyor ayık bir insan. Bu yönden bakıldığında Kıyamet zaman aşınmasını aşan, farklı yorumların her dem taze tutacağı bir başyapıta dönüşüyor. 

SCARFACE

YARALI YÜZ-(1983)

YÖNETMEN: BRIAN DE PALMA
OYUNCULAR: AL PACINO, MICHELLE PFEIFER, STEVEN  BAUER,MARY ELISABETH MASTRANTONIO.
‘Yaralı Yüz-Scarface’ 1983 yılında gösterime girdiğinde, gelecekte modern klasikler arasında gösterilecek bir film olabileceğini kimse tahmin edemezdi. İlk seyredişimde sinema salonundan çıkarken, yumruk yemiş gibi sersemlemiştim. Filmdeki şiddet sık rastlanır cinsten değildi, anlatımın alıştığımız stilize gangster filmleri ile benzeşen hiçbir yönü yoktu. O yıllarda esen ‘Baba-Godfather’ın destansı havasından, sempatik gelen mafya karakterlerinden sonra acımasız Tony Montana hiç hoşlanılacak bir tip değildi. Al Pacino’nun gerçek bir tragedya kahramanına dönüştürdüğü Montana zamanla sinema tarihinin en unutulmaz karakterlerinden birisi oldu.Tek bir esprinin olmadığı iki saat boyu, onun ifadesiz bakışlarını, ani patlayışlarını seyretmek ürpertici bir etki bırakıyordu. Havana’nın arka mahallerinden göçmen olarak iltica ettiği bir ülkede, uyuşturucu kartelinin üst basamaklarına tırmanan, tırmandıkça sertleşen, görgüsüzleşen bu anti kahraman Pacino’nun dışa vurumcu performansı ile tartışılan bir kahraman oluyordu. Montana Pacino’nun kariyeri boyu gölgesinden kurtulamadığı bir figür oldu. Bir çok eleştirmen Pacino’nun performansını abartılı hatta karikatürize buldu. Bazıları bu kadar kötü bir performasın nasıl bir kült kahramana dönüştüğünü anlayamadı. Hele konuştuğu garip lehçe komik bulundu. Sinema tarihinin ‘fuck’ kelimesinin (226 kez) en fazla kullanıldığı film olarak da ünlenir Yaralı Yüz.  
Brian De Palma birbirinden farklı türlerde  filmler yapmayı seven bir yönetmen Hitchcockvari bir gerilimden, Mars’a yolculuk yapan bir maceraya atlar. 1932 tarihli filmin tekrar çevirimi olan Yaralı Yüz’ün orijinal mekanını Chicago’dan Miami’e taşır. Kahramanını sevimsizleştirmek için elinden geleni yapar. İstediği özenilecek bir gangster değildir o gerçek yaşamdaki gibi bir pisliği yansıtmak ister. Amacına da ulaşır. Banyoda elektrikli testere ile yapılan katliam kolay kolay dayanılacak sahneler değildir. O yıllarda  kokain çok yaygın olmadığı için filmlerde de sık görülmezdi. Palma ise masa üstü dolusu kokaini çektirir anti kahramanı Montana’ya. Sosyal bir drama olarak tasarladığı öykü  bir tragedyaya  dönüşür.Senaryonun Oliver Stone’un kaleminden çıktığını da unutmamak gerekir. Stone’un her türlü yeteneğini radikalce kullandığı yıllardır. 
Filmin en olgun performanslarından biri  o yıllar için daha tanınmamış bir oyuncu olan Michelle Pfeifer’den gelir. Montana’nın sevgilsi Elvira’yı oynarken adeta döktürür. Bir mafya sevgilisi ancak bu kadar soğuk, ifadesiz ve gerçek oynanır. Soğuk güzelliğini mesafeli oyunculuğu ile birleştirir. Montana’nın bir meta olarak gördüğü Elvira isyanını ara sıra patlamalar ile gösterir. Restoranın ortasında Montana ile yaptıkları şiddetli kavga onun isyanlarından birisidir. Montana’nın ortağı, kaderini paylaşan adam Manuel Ray’ı canlandıran Steven Bauer performansı ve fiziği ile son derece inandırıcı bir karakterdir. Kızkardeşi Gina’yı oynayan (Mary Elisabeth Mastrantonio) sıcak oyunculuğu ile tam bir latin dilberidir. Tony’nin kızkardeşine uyguladığı baskı tam ortaya çıkmayan bir ensest aşk yönündedir.  
Yaralı Yüz’ün geçen süre içinde nasıl bir kült filme dönüştüğü net olarak yanıtlamayan bir soru olarak kaldı. Seyircinin sinemada gittikçe artan şiddeti kanıksaması, filmin artan popülaritesinin en büyük gerekçelerinden birisi oldu. Şiddeti estetize ederek herkesin seyredebileceği şekle dönüştüren Kill Bill, Testere, Rezervuar Köpekleri, Old Boy, The Killer, Rambo karşısında Yaralı Yüz sıradan bir şiddet filmi kalır.

NO COUNTRY FOR OLD MAN

İhtiyarlara Yer Yok


YAŞAMIN ACIMASIZLIĞINDAN İNSAN MANZARALARI


Yönetmen, Senaryo ve Yapımcı: Ethan ve Joel Coen

(Cormac McCarthy’nin aynı adlı romanından)

Görüntü Yönetmeni: Roger Deakins

Oyuncular: Javier Bardem, Tommy Lee Jones, Josh Brolin, Woody Harrelson,Kelly Macdonald.

  Hollywood’un klişeleri değişiyor mu? Daha genç yönetmenlerin özgün öyküleri ve dinamik anlatımları klasik sinemanın güvenilir şablonlarına dayanan filmlerine tercih ediliyor artık.'İhtiyarlara Yer Yok' kazandığı  2009 Oscar ödülü ile bu değişimin bir habercisi oldu.
Sıra dışı karakterleri, sert, oldukça kanlı fakat bir o kadar da zekice yazdıkları senaryolarıyla kendilerine özgü bir sinema dili yaratmayı başarmış olan Coen Kardeşler  çıtayı biraz daha yükseltiyor. ‘İhtiyarlara Yer Yok’un genel atmosferine yükledikleri tekinsiz atmosfer ile toplumsal depresyonu ve çıkışsızlığı baştan sona hissettiriyor. Uçuk kaçık tipleri yaratmada kusursuz işler başarmış olan Coen Biraderler ilk kez mesaj verme kaygısı taşıyor. Daha ilk karelerden itibaren boş, insansız Amerika doğasına eşlik eden Tommy Lee Jones‘un sesi geçmişte yaşadığı sadece zevk için 14 yaşında bir kızı öldürmüş genç bir çocuğun öyküsü filmin ruhunu deşifre ediyor. Boşluk, frenlenemeyen insan öldürme arzusu. Elinde taşıdığı basınçlı cıvata tabancası ile sakin ve ifadesiz bir şekilde insan öldüren Anton Chigurh (Javier Bardem) şüphesiz filmi ruhen taşıyan karakter. Başlangıç bölümünde Chigurh ile benzin istasyonunda çalışan yaşlı adam arasında sinema tarihinin en ilginç diyaloglarından birisi geçiyor. Öldürmek için kendisine geçerli bir neden arayan katil ile bundan habersiz avı arasındaki gerilim yazı tura ile sonlanıyor. Karakter yaratmadaki ustalıklarını atmosfer ve mekan konusunda da göstermeyi başaran Coen Kardeşler bu konuda yıllardır birlikte çalıştıkları görüntü yönetmeni ışık cambazı olarak anılan Roger Deakins’ten en büyük desteği alıyor. Bu yıl Oscar ödüllerine ‘Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikasti’ ve ‘İhtiyarlara Yer Yok’ ile aday gösterilen Deakins’ın kamerası sıcak, bunaltıcı, çorak Teksas manzaraları ile karanlık, tekinsiz iç mekanlar arasında gezinirken karakterlerin ruhlarını resmediyor adeta. Filmin büyük bir bölümüne hakim sessizlik veya sinir bozucu çevre gıcırtıları Leone westernlerini anımsatıyor. Carter Burwell tekinsiz müziğiyle ortama gerekli katkıyı yapıyor. Bu atmosferde tüm film kara bir western gibi akıyor, gidiyor.


Her şey Lleweyn Moss’un (Josh Brolin) antilop avlarken çorak arazide tesadüfen bir çok ceset ve siyah bir çantada iki milyon dolar bulmasıyla başlıyor. Para ve cesetler uyuşturucu satışı sırasında çıkan çatışmadan geriye kalanlardır. Böyle bir paradan ne Moss’un ne de gerçek sahiplerinin vazgeçmeye niyeti vardır. Peşine düşen adamların tetikçisi psikopat katil Chigurh'dur. Adam öldürmeyi en ufak duygu emaresi göstermeden sadık bir görev bilinci içinde yürüten Chigurh sinema dünyasının en çarpıcı katilleri arasında yer almaya aday. Kurbanlarına öldürmeden önce kısa bir söylev vermeyi de ihmal etmeyen, filmin sergilediği vahşi, acımasız modern yaşam tablosuna en fazla katkı yapan karakter. Bu rolüyle En İyi Yardımcı Oyuncu Oscar’ını (filmde baş rol erkek oyuncu olmadığını da belirtmek lazım) kazanan Javier Bardem bunu fazlasıyla hak ediyor.
Öykünün en önemli karakterlerinden birisi Tommy Lee Jones’un canlandırdığı Şerif Ed Tom Bell . Değişen ve erozyona uğrayan insan karakterine akıl sır erdiremeyen, üçüncü sayfa haberleri karşısında sarsılan, yılgın bir karakter. Nasıl olur da insanoğlu bu kadar vahşileşebilir? sorusuna yanıt veremeyen çaresiz bir kanun adamı. Josh Brolin bu yıl ‘Amerikan Gangsteri’nde başarıyla canlandırdığı uyuşturucu ticareti yapan polis rolünden sonra parayı kaçırmaya çalışan dürüst, iyi niyetli Lleweyn Moss karakterinde de son derece başarılı.


Seyircinin beklediği final gerçekleşmiyor. Film sonrası ‘ne oldu yahu?’ diye sorabiliyor salondan çıkarken. Coen Kardeşlerin de istediği bu sonuçsuzluk, boşluk duygusunun devamı. Final bölümünde Şerif Bell’in ihtiyar adam ve karısıyla olan konuşmalarında tam anlamlar çıkmasa da yaşamın ve acımasızlığın devam edeceğini düşündürüyor. İçine girilmesi zor bir film ‘İhtiyarlara Yer Yok’ . Bittikten sonra seyretmeye devam edilecek müstesna bir başyapıt.

LE SAMOURAI – SAMURAY 1967


SİNEMANIN EN KARİZMATİK TETİKÇİSİ


 

 YÖNETMEN :JEAN -PİERRE MELVİLLE
OYUNCULAR : ALAİN DELON, NATHALİE DELON, FRANÇOİS PERİER.

‘Samurayın yalnızlığından daha büyük bir yalnızlık yoktur. Belki ormanda yaşayan kaplanın yalnızlığı eş değer olabilir’ (Bushido). Samurayın nasıl yaşaması gerektiğini öğreten Bushido kitabından alınan bu sözcükler jenerikte  belirir. ‘Le Samourai-Samuray’ jeneriğin aktığı ilk karelerden itibaren farklılığın işaretlerini verir. Kamera sabittir. İki büyük pencereden süzülen gri gökyüzünün ışığının aydınlattığı odada sağ kenarda büyük yatağın üzerine uzanmış giyinik bir adam sigarasının dumanını tavana doğru üflemektedir. Sessiz odada sadece dışarıdan gelen yağmurun sesi duyulmaktadır, tam ortada sehpanın üzerinde bir kuş kafesi durmaktadır. Adam yataktan kalkar, kafese doğru ilerler, kuşa bakar elindeki para destesini kafesin tellerine sürter. Şık giyimli yakışıklı bir adamdır. Karşı duvardaki şömineye doğru ilerler ve para destesini buraya saklar,  pardesüsünü giyer,  şapkasını başına özenle oturtur ve kapıdan çıkar. Bu kısa akış bile yalnız bir adamın dünyasına girmemiz için yeterlidir. Kaldığı oda, bu karizmatik ve şık adamla tezat teşkil edecek kadar loş ve izbedir. Kara Film türünün vazgeçilmezlerinden olan bu yalnız kahramanın, bir kiralık katil  olduğunu kısa bir süre sonra öğreniriz. Her şey Bushido kitabında yazıldığı gibidir, onun yalnızlığı başka yalnızlıklara benzemez.
Yönetmen Jean-Pierre Melville’in polisiye türüne getirdiği en büyük yenilik sessizliğin yarattığı boşluğu, varoluşçu, şiirsel bir atmosfer olarak ifade etmesidir. Samuray konuştuğunda kısa ve soğuk cümleler kurar fakat arkasından mutlaka kararlı bir eylem gelir. Bu soğuk sözcüklerin ve kararlı hareketlerin seyircide yarattığı hipnotik etki, sinema tarihinin en karizmatik kahramanlarından birisini yaratır: Jeff Costello. Hüzünlü ve soğuk bakışlarını çevreleyen sessizlik halesi tüm bedenini duygusuz bir varlığa dönüştürür. Bu soğuk duruş onun profesyonelliğinin ve acımasızlığının kanıtı gibidir. Tek duygusal kırılması sevgilisine yaptığı ziyaretlerde görülür. Filmde ilk on dakika hiçbir konuşma yoktur ve sadece çevrenin sesi duyulur.
İşlediği cinayetten sonra polis soruşturması ve takip sahneleri polisiye türünün alışılmış heyecanını ve koşuşturmasını taşımaz. Her şey durağan ve yaşam kadar gerçektir. Jeff  nasıl bir entrika içinde yer aldığını bilmez, kendisine öldürme emrini kim vermiştir, neden vermiştir başta hiç ilgilenmez. Sıkıştırıldığnda  peşindeki adamdan patronun kim olduğunu öğrenir. Önemli olan olayın nedeni değil, olayların içindeki adamın yalnız kurt duruşudur. Melville bu filme kadar sadece film yönetmiştir, Samuray sonrası ise ‘Melville Filmlerini’ yönetir. Kendisinden sonra bir çok sinema adamı yarattığı kahramandan etkilenmiştir bilhassa Uzak Doğu sineması bu soğuk ve karizmatik yaklaşımdan çok esinlenir. John Woo’nun yönettiği The Killer’da (1989) tetikçinin adı Jeff’dir(Yun Fat-Chow), Michael Mann’ın Collateral’deki kiralık katili Vincent (Tom Cruise)  Samuray’ın Los Angeles temsilcisi gibidir. Tarantino’nun siyah takım elbiseli 'Rezervuar Köpekleri' veya 'Ucuz Roman' kahramanları, Jeff ile yakın akrabalık ilişkisi içindedir. Alain Delon kendi kariyerinde de bu kahramanın etkisinden kurtulamaz ve benzer soğuklukta karakterleri çok sık canlandırır.     

BLADE RUNNER

BIÇAK SIRTI (1982)

YÖNETMEN: RIDLEY SCOTT
OYUNCULAR: HARRISON FORD, RUTGER HAUER, SEAN YOUNG, DARYL HANNAH

Tüm zamanların en iyi bilimkurgu filmlerinden birisi olarak gösterilen ‘Bıçak Sırtı-Blade Runner’ ilk gösteriminden 28 yıl sonra güncelliğini ve özgünlüğünü hala koruyor. 2004 yılında İngiltere’de farklı dallarda çalışan on bilim adamının oylarıyla en iyi bilimkurgu seçilen filmi bu kadar ayrıcalıklı yapan nedir ? İlk çıktığında Amerika’da sıradan bir aksiyon muamelesi gören Blade Runner, yıllar geçtikçe nasıl bir kült filme dönüştü ? Her şeyden önce filmin bilimkurgu türü için alışılmadık karanlık evreni seyirciyi etkiliyordu. 2019 yılında geçen füturistik bir hikayede ellili yılların Film Noir (Kara Film) görselliği hakimdir. Sürekli yağmur yağan bir kente dönüştürülmüş Los Angeles klostrofobik devasa bir metropol gibi görünür; piramidal dev gökdelenler, ıslak ve çöp dolu sokaklar, her yerden yükselen duman bulutları, çatıdan çatıya uçabilen polis otomobilleri, tavanlarda dönen klasik pervaneler, eski tarz demir kapılı asansörler, retinadan kimlik okuyan tarayıcılar hepsi atmosferin ayrıntılarını oluşturuyordu. Geçmişin ve geleceğin harmanlaması gibi gözüken karanlık bir atmosfer   1981 yılına kadar gezegenler arası savaş ,uçan uzay araçları , uzaylı yaratıklar  olmadan çevrilen böylesine farklı bir evrene sahip benzer bilimkurgu olmamıştı. Öykü 2019 yılında geçmese rahatlıkla detektif filmi türüne dahil edilebilirdi. Ridley Scott 1980’de Alien ile kazandığı başarıdan sonra ikinci kez bir bilimkurgunun yönetmenliğini üstlenir. Film bilimkurgu türünün Cyperpunk olarak adlandırılan bir alt açılımının öncüsü olur.
Tyler Corporation adında bir şirket dört yıl ömürlü Replikan (Kopya) adı verilen robotlar üretmektedir. Son ürettikleri Nexus 6 adlı robot jenerasyonu diğerlerine oranla daha kuvvetli ve zekiydi hatta yaratıcılarına eşit zekaya sahipti. Bu robotlar başka gezegenlerin keşfi için dünya dışına gönderilen kölelerdi . İsyankar bir grup daha uzun ve insani bir yaşam arzusuyla  dünyaya kaçar. İsyankarları avlayan Blade Runner Ünitesinin başarılı detektifi Deckart (Harrison Ford) grubun lideri Roy  Batty (Rutger Hauer) ve diğerlerinin peşine düşer. Kovalamaca finalde her iki tarafın bir çatıda buluşmasına dek sürer ve unutulmaz sekanslardan birisi olarak sinema tarihine geçer.
Öykünün en ilginç yönü karakterlerdeki çelişkidir. Replikanlar şiirsel söylemleri olan, duyarlı robotlardır. İnsanlar ise hesapçı , yıkıcı , acımasız programlı karakterler olarak çizilir. Ridley Scott’un yönettiği sinemanın kilometre taşı olan bu filmin Vangelis tarafından bestelenmiş müziği daha ilk kareden itibaren atmosferi kucaklar.
Harrison Ford’un dış dünya ile ilişkisi umursamaz, mesafelidir hareket eden her şeye şüpheci bakışlar atar. Rutger Hauer mükemmel bir android portresi çizer. Kendisini tüm sinema dünyasına tanıtan bu performansı kariyerinin zirvesi olur. Perdenin en güzel kadın oyuncularından olan Sean Young, bilhassa erkek seyircilere ‘böyle güzel android’i kim istemez ?’ iç geçirtir. Film Philip K. Dick’in ‘Do the Androids Dream of the Electric Sheep?’ adlı öyküsünden uyarlanır ve sinema dünyasının dikkatini artık hayatta olmayan bu yazarın üzerine çeker. Sonraki yıllarda ‘Azınlık Raporu-Minority Report’ başta olmak üzere birçok romanı sinemaya uyarlanır.
Film çekimleri olukça gergin bir atmosferde geçer yönetmen, oyuncular ve yapımcılar arasında anlaşmazlıklar çıkar. Ayrılan bütçe çekimlerin ortasında biter, yeni yapımcılar katılır. Harisson Ford filmde arka planda duyulan anlatıcı sese karşı cephe alır. Filmin ilk test gösterimlerinde seyirciden olumlu dönüş olmayınca, yapımcılar Scott’dan farklı bir final –daha bir mutlu final-ister. Scott’un ret etmesi üzerine onu kurgu masasından uzaklaştırır ve istedikleri finali eklerler. 1992 ve 2000 yılında  yönetmenin kurgusu olarak çıkan iki DVD’de Scott tüm soruların yanıtlarını açık tuttuğu finali ekler.
‘Bıçak Sırtı-Blade Runner’da gişede ilgi görmeyen fakat zamanla bir kült filme dönüşen ve modern klasikler arasına katılan bir filmdir.